DURSUN ALİ SAZKAYA

Aşağı Kaydırın
MÜZİK,KİTAP VE YEMEK ÖNERİLERİMİZ
  • 50
Yazı Boyutu:
Yazdır

DURSUN ALİ SAZKAYA VE KİTAPLARI

ÖZGEÇMİŞ

1972 yılında Çamlıhemşin Topluca köyünde dünyaya geldi. İlkokulu , ortaokulu ve liseyi Çamlıhemşin’de okudu. Gazi üniversitesi Eğitim Fakültesini bitirdi ve halen MEB’de Rehber Öğretmen olarak çalışmaktadır. Yazarın FARZ ET Kİ DÖNEMEDİM, GECELEYİN BİR YOLCU, PETERSBURGDA ÖLÜM adlı kitapları yayınlandı. Özellikle Laz ve Hemşin bölgesini tema olarak seçen yazarın kitapları Prınceston, Colombia ve Harvard gibi dünyanın en iyi üniversite kütüphanelerinde yer almıştır.

Yazı serüveninizin nasıl ve ne zaman başladığını bizimle paylaşır mısınız?

Çocukluğumdan beri duyusal algılarımın gelişkin olduğunu düşünüyorum. Gözlem yapmayı, olayların görünmeyen dip akıntılarını görmeyi severim. İki bin on iki yılında çok uzun bir aradan sonra çocukluğumun geçtiği yaylaya çıkışımla kırk yılın hüzünleri dökülüverdi önüme. Bu öylesine güçlü bir duygu akıntısıydı ki gün boyu bir çocuk gibi ağlamıştım. Anısal belleğimin kuytularında yer almış hatıralarım sıra sıra cümleler oluşturmaya başlamıştı bile. Babaannemle birlikte inek yaydığım yayımlar, dedemin anlattığı masallar, çocukluk arkadaşlarımla sisli, yağmurlu günlerde başımıza gelen olaylar, eski yaylacı insanlar, ilk sevdalıklar kısacası çocukluğuma dair her şey bir anda belleğimden kâğıda dökülmeye başladı ve şehre döndükten iki ay sonra Farz et ki Dönemedim kitabım ortaya çıktı. Çocukluğumun cennet bahçesi açılınca ebedi yurduma geri dönmüş oldum. Çocukluk büyülü bir çağdır. Bu bakımdan ilk kitabım güzel olan ve asla geri gelmeyecek olan her şeye ağıttır.

Geçmişi Beklerken adlı öykünüzde “ Ne zor şeymiş bir ocak kapatmak ” diyorsunuz. Söz konusu öyküde derin bir umutsuzluk hâkim. Biraz açar mısınız?

 Bu öykü geleneksel yaşam tarzının modern hayat karşısında trajik bir yenilgiye düştüğünü anlatır. Emekli olup köyüne dönen bir baba ve onun peşinden giden bir oğulun hazin sonu var. Babayı ve Oğulu inciten şey köklerin yok oluşudur. Babanın en büyük hayali oğlunun köye aidiyet duyması ve ata ocağını virane koymamasıdır. Babasını toprağa veren oğul çaresizdir. Babasının vasiyeti gereği köyde kalmak ister ama en fazla iki ay dayanabilir. Çünkü kendi çocukluk hatıraları hayal meyaldır. Orada kök salmasına imkân verecek derinlikte değildir. Babasının çocukluk hatıralarını kendine dayanak yapmaya çalışır fakat eski çocuk dağılmış gül açmadan kurumuştur. Çocukluk anıları az olduğu için ona yetişememiş elinden tutamamıştır. Kapı eşiğinde oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Ev öldü artık şenlik bitti der. Yüzlerce yıllık ata ocağını kapatmanın talihsizliğini ve dramını tek başına yaşamak zorunda kalır. Bu aslında hepimizin sorunudur. Bizi bekleyen son budur ne yazık ki. Çünkü popüler kültür ve modern hayat yerel olan hiçbir şeye yaşama şansı tanımıyor.

Yeni kuşağın memleketleriyle, kültürleriyle bağını kurmaları için ne yapılmalı sizce?

Çocuklarımızı memleketimize çekebilmenin yolu bence büyüsel anlatım ve duyusal aktarımla mümkün olabilir ancak.  Öyle ki çocuk ata ocağına geldiğinde büyülü bir masal çağına geldiği için kendini ayrıcalıklı hissetmelidir. Köklere dönüş, aidiyet duygusu bir kimlik sahibi olmayı anlatır bize. Bir apartman dairesi insanı bir memleket sahibi yapmaz. Bir gurbetçi bir misafir bir yurtsuz olursunuz ancak.  Çocuklarımızın köy ve yaylaya dair mutlaka anıları olmalıdır. Çocukluğun izi yoksa orada duramazsınız. Hatırasız yerler kartpostal gibidir. Bakar durursunuz ancak içine giremezsiniz. Melodik manzaranın ruhumuzda oluşabilmesi için çocukluğa dair izlerin var olması şarttır. Çocukluğunun geçtiği yerlere geri dönmeyen insanlar beni ürkütür. Nasıl büyük bir kopuştur bu. Varoluşun sakatlanması, ruhun sakatlanmasıdır bence. Bir insanın gittiği her yere çabucak adapte olması aslında bir teslimiyettir. Köklerin kayboluşudur. İnsan bir mekanik ürün değildir. Kökleri vardır.

Geceleyin Bir Yolcu adlı eserinizde temelde neyi anlatmak istediniz?

Yeryüzünde aslında ne kadar aciz ve yalnız olduğumuzu. Özellikle modern kültüre, yeni yaşama ayak uydurmaya çalışan bireyin geleneksel hafızasını, kültür kodlarını korumaya çalışırken yaşadığı ikilem, endişe ve kimlik bunalımı, bellek yarılmaları ve en sonunda gerçeklik algısını kaybedip karlı bir gece vakti almış olduğu esrarengiz bir çağrının peşine kendini Kaçkar dağlarına vurmasıyla patolojik yansımalarımızı ortaya koymaya çalıştım. Evrensel kültürün ve teknolojik aygıtların sert dayatımı karşısında yaşadığımız çaresizlik bizi toplum olarak kopyalanmış yaşamlara itti. Roman karakterinin bunun dışında bir sorunu daha vardır. Çünkü o bir Laz ve dilini kaybetme korkusunu yaşamaktadır. Yaralı bilincin düştüğü tehlikeyi, yalnızlığı, çaresizliği ve patolojik sancıyı ruhunda taşımaktadır. Bu acıyı dindirmenin peşindedir. İçinde doğup büyüdüğü mezradaki evine sığınmaya çalışır ancak mevsim ve hava koşulları hiç müsait değildir. Sonu hüsran elbette.

Kitaplarınızda derin bir hüzün görüyoruz. Niçin?

 Edebiyat geride kalan insanlarla ilgilenen bir sanat dalıdır bence. İşleri tıkırında gidenlerin dünyasıyla pek ilgilenmez edebiyat. Ben tema olarak gurbeti işleyen bir yazarım. Gurbet şenlikli bir yer olmasa gerek. Başlı başına bir hüzün atlasıdır gurbet. Gidenlerin, gidip dönemeyenlerin, geride kalanların, bekleyenlerin acıları mecburen sizi hüzün ırmağına götürüp bırakıverir. Tarihin ve sosyolojinin göremediği dramları, acıları, derin yalnızlıkları, telafisi mümkün olmayan hayal kırıklıkları hüzünden başka nedir ki? Çocukluğunu kederli bir dağ evinde bırakıp Rusya’ya Polonya’ya giden bir insanın iflah olmaz bir yetimlik duygusu taşıması kaçınılmazdır. Bu onun kaderidir. Bizler yani Laz ve Hemşin halkı gurbetçi bir halktır. Gitmek onların yazgısıdır adeta. Gitmek olgusu eski dünyayı geride bırakmaktır. Her ayrılık geride sancılı yürekler bırakır. Onları uzaklara gönderenlerin sevdiklerinin umutsuz bekleyişlerini ve çocukların patika yollarda, tepelerde babalarının gelmesini beklemeleri uzakların ve yağmurların gölgesinde kıvrılan patikalarda eriyen umutların, taze gelinlerin, dedelerin, babaannelerin inleyişleri bütün bu yaraları anlatmak hüzünlü bir güzergâhta ilerlemektir. Bu da benim kaderim. Yalnızlığın ve tükenmişliğin kederli halleri, terk edilmiş konakların yürek yakan virane halleri halkımızın acı döngüsüne dâhildir. Ben bir anlamda geçmişini bekleyen adamım. Yazarlık kayıp zamanlara sığınmaktır. Girmiş olduğun zamandan çıkamamaktır. Yazmak için insanın güçlü bir anısal belleğe sahip olması gerekiyor. İçsel bir dünyanın hafızasına yanı. Hayat acımasız bir akıştır. Bu akıştan kurtarabildiğimiz her anı her duygu bizim gerçek hayatımızdır. Kaybettiğimiz hatıralarımız bizim dünyamızdan çıkmıştır artık. Ayrıca yazar şeylerin kokusunu görebilecek bir derinliğe sahip olmalı. Yoksa yazamaz

Yeni bir kitap çalışmanız var mı?

Kırımlı bir gelinin hayat hikâyesini anlatan bir roman üzerinde çalışıyorum. Bilindiği üzere gurbetçi dedelerimiz gittikleri ülkelerde ikinci evlilikler yapmışlar ve yeni eşleriyle memlekete dönmüşler. Kuma olarak gelen bu kadınların yaşadığı hayal kırıklığını, yalnızlığı, trajediyi dile getiren bir çalışma olmadı şimdiye kadar. Ben bu kadınların aziz hatıralarına saygı gereği ve yeni kuşağın bu sosyolojik geçmişe dair hafıza tazelemesi adına kendimi vicdanen sorumlu hissediyorum. Kuşkusuz yine çok hüzünlü bir öykü olacak.

     



Kaynak; Çamlıhemşin Dergisi 6. Sayı Sayfa; 124

Önceki BİR  TARİH  ÖLÜYOR  BİR DOĞA YOK  EDİLİYOR  !
Sonraki MURAT KARAYALÇIN İLE SİYASET DIŞI HİKAYELER...