ÇAMLIHEMŞİN VE MONTAIGNE

Aşağı Kaydırın
ÇAMLIHEMŞİN DERGİ 7.SAYI
  • 216
Yazı Boyutu:
Yazdır

ÇAMLIHEMŞİN VE MONTAIGNE

Yazan; Ebru Köken Ünlü

Yıl 2000. Aylardan Mart. Ben ve güzel dostum ahiretliğim Serap, onun genlerinin kök saldığı, o karşımıza çıkan, elleri nasırlı, sırtında sepeti, gözleri nemli her kişiliğin ayrı bir roman kahramanı olduğu memleketindeyiz. Çamlıhemşin’deyiz.

Pek severim şu ‘ahiretliğim’ lafını. İlk, rahmetli babaannemden duyduğumdandır belki. Komşumuz Hacı teyze ile ahiretliklerdi. Öyle hitap ederlerdi birbirlerine. Öyle severlerdi. Son nefesinde yanındaydı babaannemin beyaz tenli nur yüzlü Hacı teyzem...

Onlar nurlar içinde yatsınlar... biz dönelim hikayemize...

Serap bildim bileli anlatır dururdu usanmak bilmez bir coşkuyla. O, her daim ıslak, parlak gözleriyle anlatırken, defalarca da olsa aynı coşkuyla dinlerdim ben de hikayesini. Aynı masalı dinlemekten bıkmayan çocuklar gibi. Büyükbabası Dursun Bey ve babaannesi Hacer Hanım’ın hikayesi.

Bir insanı dost yapan, hayatta karşımıza çıkan ya da doğduğumuz andan itibaren bizden bağımsız var olan kavramlara yüklediğimiz anlamların dostluğudur. Herkesin babaannesi vardır elbet ama başkadır bizim babaanne deyince en derinde hissettiklerimiz, ya da kardeş ya  da aile ya da memleket ya da para ya da aşk ya da ölüm...

Kavramlarım seninle anlam bulup bu anlamları seninle çoğalttığım güzel dostum. Bu hikaye senin için. İlk değil, dilerim son da olmaz...

Ortan köyü, bizi ıslak, haki yeşil ve yer bulutlarıyla karşıladı. Arabanın önünü kesen, o parça parça, sis sandığım büyülü beyaz dumansı şeylerin bulut olduğunu öğrenmek ilk şoktu zavallı şehirli bünyem için. Bulutlara daha köyün girişinde dokunabilmek düşündürmeliydi bana buranın masallarla dolu olacağını. Bense sabahın bir körü Ankara – Trabzon uçuşu, ardından Çamlıhemşin’e arabanın teybinde durmaksızın çalan tulum eşliğinde yolculuğun verdiği yorgunluk ve en çok da ruhsal yapımın en sevdiği tedirginlikle, biraz kaygılı biraz da  sarhoş gibi bakıyordum etrafıma. Masal daki o koca devin yaşadığı, o koca konağı görmeme çok az kalmıştı, biliyordum.

Hacer Hanım ve Dursun Bey...

Yüce bir duygu ile bağlı olmalılardı birbirlerine. Benim henüz bilmediğim, yaşamadığım... Orada değildim, onlarla hiç olmadım. Adı aşk olmamalı mesela, eee şükür onu biliyorum çünkü. Sevgiyse ne çesit, ne boyut? Ne acı, gücüm yetmiyor. Eksiğim. Evet işte bu! Orası insana bunu çok iyi hissettiriyor. Eksiksin arkadaş! Bu öyle bir eksiklik ki hırpalamıyor. Çok ama çok imrendiriyor. Yaşadığın hayat, boğuştuğun sorunlar, yoktan var etme çabaların; o deli, vahşi, arsız, uçsuz bucaksız yeşilde işte öyle eriyor öylesine acizleşiyor...

 Serap, yedi yaşına kadar, okul zamanı gelene kadar yani, bu büyülü dünyada geçiriyor çocukluğunu. Şöyle der anlatırken o günleri, köydeki yaşantısını, çocukluğunu; (daha çok şey der tabii ama belki de ben en çok bu dediğine hayranlık duyarım) ‘Uzanan her eli babaaannemin eliymiş gibi, düşünmeden tutuyordum...’ Uzanan her eli koşulsuz, korkusuz tutabilen küçük bir kız çocuğu... Yani, bugün hepimizin, her şehirli çocuğun yetişkin hayatının en büyük fakirliği! ‘Sakın tanımadığın kimsenin elini tutma, ne derse desin inanma’ diye tembih edildi bana tüm çocukluğum boyunca, ne demek uzanan her eli tutmak korkusuzca!?

Ah ahiretliğim, güvenmek ne demek kendine, bir başkasına, toprağa, doğaya, dünyaya? yıllar sonra sayende anlamlandırabilmem, tesadüf olmamalı!

Gelelim tekrar masalımızın kahramanlarına, Hacer Hanım ve Dursun Bey:

Yıllarca süren bir dostluk, hiç incinmeden incitmeden, kırmadan, çünkü en çok sevip kıymet bilip, korku kaygı bilmeden, hem öyle soylu hem öyle mütevazi, hem öyle güçlü hem öyle hassas, kırılgan...

... ve böylece sürüyor hayat, geçiyor yıllar, o bereketli topraklar çocuklar ve torunlarla; Dursun amcanın ifadesiyle, büyük ağacının dalları çocuklar ve dallarının çiçekleri olan torunlarla şenleniyor. Komşunun yediği ile doyup derdi ile karalar bağlanıyor.

Hacer Hanım’ı, yani o zaman zaman mizacı gereği huysuz Dursun amcayı bile olgunluğuyla dize getiren yegane insanı; evinin rızkını fakirin kapısına isimsiz koyup paylaşan kadını, herkes, bütün köy, çoluk çocuk, genç yaşlı, hepsi öylesine sevip benimsiyor ki, teyze, nine değil; Hacer ana diyorlar ona.                                  

Masal gibi mi geldi kulağınıza? Hayır hepsi gerçek. Hem masal hem gerçek. Masal ve gerçek. İki tezat bir cümlede. Tıpkı, yer bulutu gibi...Tıpkı kara deniz gibi… 

Ve şimdi o dev adam; tıpkı gözleri, yüzü, elleri gibi; her tahtası, her çivisi nice yaşanmışlıklarla dolu olduğunu haykıran; o, üst kattaki sedirlere oturup baktığında camdan, uçsuz bucaksız yeşili, üzerini göz alabildiğine hırçın yeşille bezemiş dağları sonra derin mavi gökyüzünü, engin bulutları  görebildiğin o koca konakta, çocuklarının, torunlarının endişe ve ısrarlarına inat, yapayalnız yaşıyor.

Neyse ki onun hiç de yalnız olmadığını çok geçmeden anlıyorum.

Demiş ki Dursun amca, Hacer Ana öldüğünde; “ Hacer Hanım, yine bu evin çatısı altında olacak.”

 Mezarlıklar köylerin içinde, evlerin hemen önünde, tarlanın bitişiğinde olabiliyor gözünü sevdiğim Karadeniz de. Yani, ölünce hortlak olmuyorsun, dışlanmıyorsun, yine sevdiğin bildiğin yerde, sevdiklerinin yakınındasın. Belki köyün çocuklarının ürkütücü hikayelerine konu oluyorsun. Diyeceksin öldükten sonra ne fark eder ha ora ha bura? Haklısın da belki. Ama Dursun amca öyle düşünmemiş işte... iyi ki de düşünmemiş.

Tarihi koca konağın, sol tarafındaki giriş kapısına yaklaşıyorum ertesi gün. Gün ışımış, gece duyduğum ama yorgunluktan kafamı kaldırıp da dışarı bakmaya üşendiğim sesin kaynağının Fırtına deresinin kopardığı taşlar olduğunu öğreneli kısa zaman olmuş, gün ışığıyla kaygılarım azalmış biraz. Önümüz arkamız hep hırçın, hep yeşil, hep yağmur, hep o masalsı büyü var havada. Hala o evin çatısının altında Hacer ana. Evin sol, arka tarafında, çatının saçağının altına denk düşen  mevkide.

Evden çıkar çıkmaz kafamı çevirince sağa göz göze geliyorum Hacer ananın mezarıyla ve taşında yazanları okuyorum, okuyorum bir daha okuyorum.  Tekrar tekrar  okuyorum, okurken zaman kazanıyorum belki de düşünmek, anlamak için. Heyhat neredeyim ben? Gerçek mi bu? Diyelim öyle diyelim masal değil bu da gerçek, peki ya ben neresindeyim bu gerçeğin?

Mezar taşındaki yazıyı tabii ki Dursun amca yazmış. Okuyorum, doluyor gözlerim, yüreğime hüzün doluyor, yas doluyor, ağlıyorum... Hem sonra burada, Çamlıhemşin’in, Ortan köyünde, tarihi bir konağın bekçiliğini yaptığı, o dev adamın elleriyle yazdığı mezar taşında Montaigne’ in ne işi var?

HACERANA MEZAR KİTABESİ

Havva ve İshak Hacaloğlu kızı,
Dursun Gülay’ın eşi,
Yüreğimde sevdasıyla 1945 yılında geldi.
Çocukları torunları oldu.
Çok çalıştı.
Herkese iyilik etti.
O çocukların Hacer annesiydi.
Bir nefeste ruhunu verdi.
İnşallah cennete gitti.
Nur içinde yatsın.
Ramazan Bayramı arafesi saat 14 de

1925-1995

* ‘Madem ki zamansız bir ölüm seni, ruhumun yarısı olan seni alıp götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından yoksun yaşamakta ne anlam var? O gün, ikimiz birden öldük.

Ne yapsam ne düşünsem onun eksikliğini duyuyorum. O da benim için elbette aynı şeyi duyardı. Çünkü o, diğer bütün değerlerinde olduğu gibi dostluk duygusunda da benden kat kat üstündü.’                                                                                            

* Michel de Montaigne- Denemeler-  Dostluk

 

Kaynak: Çamlıhemşin Dergisi 7. sayı Sayfa; 120


Önceki FOTOĞRAFÇILIK DA İĞNE DELİĞİ TEKNOLOJİSİ İLE HİKAYE ANLATIMI
Sonraki BİR MEZARLIĞIN YOK EDİLİŞİ ORTAN KÖYÜ MEZARLIĞI