BİR BÜYÜK USTAYA…
Yazan: Murat AKSOY
2011’in 17 Ocak’ı. Günlerden Pazartesi. Trabzon havalimanına gece yarısını biraz geçe iniyoruz. Soğuk, sisli ve kirli bir gece karşılıyor bizi. Terminal’de bizi bekleyen Mehmet Kaptan, yirmi dört saat gülen yüzüyle” abi hoş geldiniz” diyerek içimizi ısıtıyor. Hemen yüklüyoruz eşyaları ve yola koyuluyoruz. Loş ışıklar altında daha da siyah görünüyor Karadeniz. Gecenin üçünde verdiğimiz tereyağlı pide molasından bir buçuk saat sonra Ardeşen’e ulaşıyoruz. Otel görevlisi gözlerini ovuşturarak kimliklerimizi alıyor, kayıt yapmak için. Uykusuzluk bi yandan soğuk bi yandan herkes gergin. Allahtan otel sıcak. Ekibe iyi geceler diyerek, merdivenlerden çıkıp odaya ulaşıyorum. Etrafa şöyle bir göz gezdiriyorum. Yatak göçmemiş, çarşaflar da temiz görünüyor. Musluğu açıyorum, sıcak su var mı diye. Oh o da akıyor. Sıcak bir duş sonra cumburlop yatak…
Uyandım. Saat on olmuş. Perdeyi açtım. Güneş bulutların arkasında. Yüksek tepelerde epey kar var. Çamlar biraz soluk da olsa hala yeşilini koruyor. Hemen giyinip, kahvaltıya iniyorum. Ekip kalkmış. İki masa birleştirilmiş, güleç yüzleriyle herkes birbirine bir şeyler anlatıyor. Kahvaltı salonunun kapısından izliyorum onları bi süre. Ömer bi şey söylüyor. Sinan’la Çetin basıyorlar kahkahayı. Berkant kahvesini karıştırıyor tebessümle. Kaptanlar açık büfeden tabaklarını dolduruyor… Midemde küçük bir sancı. Yok, açlıktan değil. Bugün iş başlayacak ya, ondan. İyi ki var diyorum bu insanlar. 25 yıldır tanıyorum çoğunu. Ne işlerin altından kalktık beraber. “Tulumcu”’dan da çıkarız yüz akıyla…
Kahvaltı bitince kameraları, ışık ve ses malzemelerini yükleyip, yola koyuluyoruz… Çamlıhemşin, ardını Fırtına Vadisi’nin iki yanına yaslamış, çok eski bir dostu görmüşçesine karşılıyor bizi. Doyumsuz yeşili tertemiz kışlıklarını giymiş. Zor da olsa Kaçkarların büyüsünden kendimizi kurtarıp, şehre çeviriyoruz bakışlarımızı. Ana caddenin iki yanına yığılmış küçük dükkânların önündeki karları temizliyor esnaf. Önünden nefis yemek kokuları yükselen bir lokantayı, bacasından ıhlamur, adaçayı dumanları çıkan bir kahveyi, çocuk belleğimizde kalan tahta raflı bir bakkalı ve önünde rengârenk etekliklerle yazmaların asılı olduğu bir manifatura dükkânını geride bırakarak çarşıyı geçiyoruz. “Tulumcu” küçük atölyesinin kapısında karşılıyor bizi. Kucaklaşıyoruz. Selamlaşma faslına, “bu yüz her komedi filminde oynar, kalıbımı basarım” diye herkese anlattığım Çamlıhemşin’in meşhur Çaycısı elinde askısı, “abi hoş geldiniz bu çaylar benden” diyerek katılıyor. Ne söylese gülüyorum bu adama. Bu durum komedisinin üstüne “Boşları almaya geldiğimde, set hazır olur, beni de iki kare çekersiniz dimi yönetmen abi” deyince makaraları koyuveriyoruz hepimiz. Bozuluyor biraz. “Tamam” diyorum. “Kamera arkası sahnelerden biri zaten kahvede.” Yüzü aydınlanıyor ve elindeki askıyı döndüre döndüre keyifle kahveye doğru koşuyor.
Hâl hatır faslını geçip, çaylarımızı da içtik ya, artık işe koyulabiliriz. “Hadi kameraları, ışıkları indirip başlayalım diyorum” minibüse doğru giderken… Bülent beni durduruyor. “Abi” önce ustamı çeksek, Ondan başlasak olur mu? “diyor kibarca. Ekibe bakıyorum. Kimsenin itirazı yok gibi. “Peki” diyorum. “Bir an önce yola koyulalım.”
Kulaklarımızda bir atma türkü…
Çamlıhemşin bembeyaz,
Her tarafı karlidur,
Çamlıhemşin’den güzel,
Dünyada yer var midur?
Topluca Köyü’ne doğru kıvrıla kıvrıla çıkıyor dar yol. Tıpkı büyük usta Ali Çamkerten’in yaşamı gibi. Sarp kayalardan, dik yamaçlardan, aşağılarda akan Fırtına Deresi’ni besleyen küçük kaynaklardan, dev şimşirleri, karaçamları okşayan rüzgârlardan beslenen bi öykü bu. “Tulumcu” hiç dilinden düşürmüyor, sanki bir efsaneymiş gibi anlatıyor “Ustasını”. Sadece tulumculuğu değil insanlığı da yöredeki herkese örnektir diyor. Böyle asil bir adam yok diyor. Geleneğin son temsilcilerden biri diyor. Diyor da diyor. Bülent’in bu tavrı beni daha da heyecanlandırıyor. Ali Ustayla bir an önce karşılaşmak, tanışmak, öyküsünü kendi ağzından dinlemek ve bir an önce çekim yapmak için sabırsızlanıyorum. Sonunda varıyoruz. Ardını bir sırta yaslamış, karşısı sis izin verirse görülebilen bir vadiye bakan, şirin bir evin sahanlığında karşılıyor bizi Usta. Yüreği yüzüne yansımış. Gözleri gülüyor. Bülent tek tek tanıştırıyor ekibi. Herkesin elini büyük bir centilmenlikle sıkıyor. Bu arada Bülent, buraya niye geldiğimizi ve yapmak istediklerimizi anlatıyor dilinin döndüğünce Usta’sına bir yandan. Oturuyoruz sahanlığa. Bir süre sonra dumanı tüten çaylar ve mısır ketesi dahil oluyor koyulaşan sohbete. İçimize işleyen soğuk hem muhabbet hem birbiri ardına doldurulan çaylarla etkisini yitirirken, bizim işkolik Berkant “set hazır, bi gelin bakın diyor”. Ali Usta, yavaşça sandalyeden kalkıyor ve 3-4 basamakla inilen ahırın önüne doğru giden Berkant’ın peşine takılıyor. Biz de ardından… Işıklar ve 2 kamera kurulmuş. Ömer Ali Usta’ya yaka mikrofonu takıyor. İkinci kameradaki objektifin hemen altına konulmuş bir tabureye yerleşiyorum ve merak ettiklerimi teker teker sormaya başlıyorum…
Ali Usta sen bu tulum işine nasıl başladın bi anlat bize bakalım.
Tulum işine ben ufakken, biz biraz fazla kardeştik, bazen kadınlar çay toplamaya gittiklerinde evde bırakıyorlardı çocukları. Eğlensin, dışarı çıkmasın, çocuklar meşgul olsun diye Babam çıbın yapardı. Pohpacı deriz böyle ağacın içi açılıyor, ona da çıbın diyoruz, tek. Onu yapardı. Oradan bana merak sardı. Sonra düğünlerdeki mesela benden önceki üstatlardan bazı şeyler alırdım. Onlardan bana heveslik zuhur etti; istedim yani. Çalmasını öğrenmeden yapmaya başladım. Navı yapardım, beğenmezdim, bozardım, tekrar yapardım derken işi çözdüm yani yapmaya başladım. Ondan sonra o zamanlarda tulumun üzerindeki o gömlek şey kılıf yoktu. Çıplak tulumlar vardı. Mustafa soyadını unuttum, Sükût Ali Mustafa derlerdi o siyah bir bez dikmişti tulumun üzerine. Ondan esinlendim ben renkli, kırmızı renkli bir bez aldım. Üstünü süsledim, kurdelelerle, ayna koydum, boncuklar sardım bilmem ne. Yani biraz daha modern olsun diye. Tabii ki o zaman aşağıdaki evdeydik daha kardeşler ayrılmadan. (Biraz düşünüyor)
Tulum yapmaya başladıktan sonra, hemen ünlü olmadım hatta beni pek önemsemezlerdi. Sadece bazı düğünlere giderdim. Bir keresinde kendi yaptığım bir tulumla gittim bir düğüne. İdris isminde Halalı bir usta vardı ki çok güzel tulum çalardı. Tulumu vardı fakat pek randımanlı değildi. Yaşlı da bir adam idi. E benden, hani ben tulum çalıyorum falan diyince tulumun var mı diye sordu. Dedim var. E bir getir bakayım dedi. Çıkardım torbadan. Kendisi şişirdi baktı çaldı. Çok beğendi. Çok güzel dedi ya. Bundan bana bir tane yapar mısın? Dedim usta bunu vereyim. Yok yok bu senin dedi bana başka bir tane yaparsan memnun olurum. Dedim tamam. Neyse ona da bir tane tulum yaptım, hediye ettim o zaman ona. Ondan sonra. Yolkıyı köyünde eski ismi Küşüve. Bir düğün vardı, gittik oraya. O zamanlarda köy düğünleri grup grup, köy köy başlıyor parti parti. Saat tutarlardı, bir saat bir saat. Yemek zamanıydı. Daha yemek, horon başlamadan. Bir masa kurmuşlardı orda içiyorlar, oturuyorlar, eğleniyorlar. 13 tane daha tulumcu vardı orada. Bizim haberimiz yok tabi, onlar kendi aralarında bir para toplamışlar. Büyüklerden biri çağırdı bizi ve dedi ki “Horon başlayınca bütün tulumcular tek tek çalacak. En güzel kim çalarsa birinci partiyi ona vereceğiz.” Neyse yemekler bitti horon başlayacak salona toplandı o grup. Ben de en küçükleriyim, en sonda duruyorum. Parmak kaldırdım, buyur dedi. Dedim her tulumcu kendi tulumuyla çalacak. Tamam doğru dedi, usta tulumcunun tulumu da iyi olur falan. Neyse baştan başladılar. Cipoğlu, peşine İdris, peşine Kemal peşine öyle geldi öyle dizildiler. Yaş sırasıyla. Herkes çalmaya başladı en son ben. Ben tulumu şişirdim ama tulumda gelin gibi. Yani acayip süslenmiş bir de bir ses var. Yani dinlemeye mahsus. Ben şişirdim tulumu tabi, giriş var tulumun girişine girdim, çalmaya başladım. Dedi ki tamam hepsi dışarı. Birinci parti bunun. 10 lira da kendisi koydu, elli lira da toplanmış, o arada toplamışlardı. 60 lirayı cebime koydum. Beni horonun içine aldı, horon başladı tabi. Ben çaldım. O zaman iki buçuk lira yevmiye, usta yevmiyesi. Ben 480 lira para, bahşiş topladım orda. İşte halk ilk defa orada tanıdı beni, gördü.
İyi bir tulum nasıl yapılır…
Şimşir dediğimiz bir ağaç var. Sert ağaçtır. Gayet güzel. Mesela kumar ağacından da olur ama ekseri onu tercih ederiz. Onu kestim, getirdim, kalıbını yaptım. Kepçe ‘yle dillik kısmındaki o parmaklık arası 12 santim. Parmaklık arasıyla dillik kısmı arası da 3 santim. Dillik kısmı 8 santim de olur, beş santim de olur. Ben ekseri 8 santim yani katladığın zaman tulum dile oturup ta bozmaması için biraz uzun tutuyorum. Dillikten yukarı bir iki üç santim olsun düşündüm. Ve yeni başlayan arkadaşlara da bunları tavsiye ettim. Hatta kâğıda çizdim, ölçülerini verdim. Ama onu yapmak pek herkesin işi değildi. Bir Bülent yaptı bunu bir de Süleyman Serin var Ardeşen’ de… Ondan sonra kamışına dikkat etmek lazım. Deliklerin ikisinin bir olması lazım. Biri kalın, biri ince olursa seste bir anormallik olur. Biraz kuru olması lazım. Hatta biz dillik kısmını yağ ile kavuruyoruz. Daha kuru olsun diye. Akordu erken bozulmasın diye. İlkin zeytinyağı ile kavurduk. Pek randıman vermedi. Ile kavurduk. Bu sefer iç yağı ile kavurdum onu. İç yağı biraz daha tuzlu ya, o biraz daha randımanlı oldu. Ve yeni başlayacak, yapmak isteyen arkadaşlara ondan tavsiye ettim. İç yağını eritiyorsun, tortusunu aldıktan sonra kaynamaya başladı mıydı dillikleri atıp içine çekiyorsun. Fazla yakmaması için. Ondan sonra dilliğin kapaklarını kaldırıp, araya kâğıt koyuyorsun. O kaynarken oturacağı kadar oturuyor. Ondan sonra arkasını aldın, ses verdin miydi o, o kararda durur. Hava şartları sesi etkiler, mesela kurak havada incelir, rutubetli veya yağmur vurduğu zaman kabalaşır… E ben bunları kendiliğimden buldum. Benden daha önceki usta tulumcuların yanına da pek gidemezdim. Ama düğünlerde birleştiğimiz zaman bu sefer onlar bana sormaya başladı. “E derdim Usta siz bunu yapıyorsunuz, ben sizden bunu, gördüm özendim, esinlendim ve yapmaya başladım”. “Tamam oğlum, sen hevestin, sen bizi geçtin” Hani böyle boynuz kulağı geçer derler ya ayni misal oldu. “Biz şimdi, yani seni küçümsemiyoruz. Seni biz kendimizden ileri tutuyoruz.” Bu sefer aman dedim ustam beni mahcup ediyorsunuz. Yani bu şekilde konuşursanız ben mahcup oluyorum. Yok, mahcup olma. Sen çok güzel bu işe başladın, çok güzel devam ediyorsun. Bunu devam edersen bunun zirvesine çıkarsın. Bizi geçersin dediler.
Tulum çalarken ne hissediyorsun?
Tulum çalarken duygulanırsın, hoşuna gider. Güzel tulum çalarsın, horon güzel olur. O zaman ben iyi çalıyorum kötü çalıyorum hissi ortadan kalkar da beğendirebiliyor muyum hissi girer araya. E şimdi horonculardan mesela komut veren “yaşa tulum” derse benim hoşuma gider; demek güzel çalıyorum diye sevinirim.
Tulumun bölgedeki halk oyunları ve kültüründeki yeri neresi?
Şimdi bu tulum bizim bu memleketin tek çalgısı. Başka bir çalgı yok. Başka bir enstrüman yok. Düğünler bununla, Vartavor bununla yapılır. Yayla yollarında, çayırlık yollarında mesela ot biçmeye gidiyorlar toplu halde. Tulumcu oldu mu tulumu çaldırırlar. Böyle ikişer üçer türkü söylerler. Yani bunlar çok önemli. Bunun yeri bu memlekette çok önemli. Çünkü başka herhangi bir eğlence türü yok. Radyo yok, televizyon yok. Tek bir tulum var. Çok eski anlattığım bu yani. 50 sene öncekiler.
Şimdi?
Şimdi her şey var. Şimdi artık tulumu benimseyen pek yok gibi. Düğüne gittiğin zaman orkestra var. Ama gene meraklılar, yahu bu orkestra bitirse de bir horon oynasak. Herkes istiyor. Ondan sonra mesela tulumcuyu çağırıyorlar, horona başlıyorlar. Türküyle beraber. Birde atma türkü dediğimiz, tulum bırakılır, iki, karşılıklı mesela üçer veya beşer kişi olurlar. Atma türkü söylerlerdi o zamanlarda. Çok önemliydi bu da…
Şimdiye kadar kaç tulum yaptın?
Yaklaşık 1000-1500 falan. Bekli de 2000. Daha fazla da olabilir çünkü ben arkadaşlara verdiğimin dışında kendime de tulum yapardım, 1 ay sonra yenilerdim. Onu beğenmezdim, daha da iyisini yapayım derdim. Derken, yani bu tulum yapımı bende bir eğlence haline geldi. Çaldığım bir tulum varken, boş kaldığımda bir başkasını yapar hale geldim. Sonra düğünlere giderken bir değil iki tane götürürdüm. Belki bir tane bozulur, kalmayayım, hemen ötekini şişiririm falan diye yedek olsun diye…
Tulum çalmak isteyen gençlere ne önerirsin?
Bundan 30-35 yıl önce, genç bir çocuk geldi bana, benden tulum istedi. Dedi ki amca dedi bana bir tulum yap. Dedim tamam. Kaça yaparsın dedi, dedim 1000 Lira. Tam tekmil dedim, kılıfını da dikeceğim, süslemesini de yapacağım, hazır. Tamam dedi. Yaptım. Parayı verdi, aldı, gitti. Aradan zaman geçti. Pazar ‘da bizim köylü çay alımına inmiş. Tulum çalar bu bizim Toplucalı. Benim tulumu sattığım gençle pazarda karşılaşmışlar. Öteden beriden ne var ne yok derken, “ben” demiş öteki genç. “Ali amcadan bir tulum aldım ama beğenmedim, götürüp geri vereceğim. Bizim Toplucalı “hele ben bir bakayım şu tuluma” demiş. Almış bakmış. “Kaça almıştın bunu” diye sormuş. “1000 Lira’ya” diye cevap vermiş ötekisi. Köylüm” Al demiş bu 1000 Lira’yı artık bu tulum benim”… Bu olayı sonra geldi bana anlattı yaptığım tulumu da göstererek. Bi güzelde çaldı benim yanımda. Bunun üzerinden aşağı yukarı 30 sene geçti ha o çocuk o tulumu halen kullanıyor. Şimdi o da kocaman adam oldu ya… Demek istediğim Tulumu bana sipariş eden genç zannetti ki ben tulumu aldım mı çalacağım ama maalesef onu öğrenmek için hiçbir ustaya gitmedi. Pastanede çalışıyordu, kendi çalmaya da uğraşamadı. Buradan çıkarılacak ders şudur: tulum üzerine yeni hevesli olup da çalmak isteyen arkadaşlar, bir tulum almakla bu iş olmuyor. Bağlama çalmak için nasıl curadan başlamak ve önce bir ustaya gidip, notasını, perdesini öğrenmek gerekiyorsa, tulum da öyle. İlk o cibunla çalacak. Ondan bir iki hava çıkarıp, ondan sonra tulumu eline alacak…
Bizim “Tulumcu” Bülent Bekar senin çırağın. Ne anlatırsın Onunla ilgili?
Tulumun notası yok, perdesi yok. Pratik çalınan bir çalgı. Bunu öğretmek biraz güç. Bülent’ten önce de tulum öğrenmek için yanıma gelen gençler vardı. Onlara “sizi denerim. Ben çalarım, size çaldırırım. Bir de müzik kulağın var mı? Benden aldığın ezgiyi tekrarlayabiliyor musun? Eğer bir insanda müzik kabiliyeti varsa, ezgiyi alabiliyorsa, tamam o zaman öğretmek kolay. O zaman öğretirim. “ diye şartlarımı en baştan söylüyordum.
O günlerden birinde 13-14 yaşlarında bi çocuk geldi. Evde oturuyorum. “Amca ben sana geldim. Bu işe hevesliyim. Tulum çalmayı bana da öğretir misin” dedi. “İyi” dedim. “Tulumun var mı?” “ Bir tane var sen babama vermiştin, o şimdi bende” dedi. Çıkardı tulumu. Evet, benim yaptıklarımdan biriydi. Akort ettim, bir şeyler çaldırdım fakat pek aklım kesmedi. Ama moralini kırmak da istemiyorum. Dedim “Tamam sen bu işi yapacaksın yalnız biraz uğraş isteyen bir meslektir, boş kaldığın zamanlarda piyasada duymuş olduğun ezgileri ağzınla, dilinle hem çal hem söyle…” “Tamam amca, ben aynen söylediğin gibi uğraşacağım” dedi. Neyse bunu gönderdik. Peşine benim kocakarı sordu dedi ya bu çocuk nasıl? Dedim pek aklım kesmedi ama çocuğu kırmak da istemedim. İyi dedi. Bir müddet sonra bir daha geldi yanıma. Baktım, daha öncekinden bir değişiklik var. Yani bunda bir kabiliyet olduğunu hissettim. Dedim tamam, sen dedim bu işi yapacaksın. Gene biraz uğraştım. Mesela çaldım, çaldırdım. İzah ettim dediğim gibi yani pratik çalınan bir çalgı olduğu için. Yani müzik kulağını ölçtüm baktım ezgiyi alabiliyor yani. Gitti bu, beş altı ay sonra bir daha geldi. Geldi, bir baktım çocukta bir gelişme var yani olmaz dedirtiyor bana. Bu kadarı da fazla. Yani o kadar bir gelişme var. Bu sefer hoşuma gitti, biraz daha eğildim. Dedim tamam. Sen dedim bu işi hallettin. Bundan sonra takıldığın yerde bana gel. Ben dedim sana yardımcı olacağım. Sen bu işi yapacaksın. Bu sefer yapmayı öğretmeye başladım. Mesela analık şöyle kurulur, delik şöyle açılır, efendim. Sonra bu çocuk kendini çok geliştirdi. Artık O da bir usta…
Söyleşi burada bitti. Ali Usta’nın gözleri dolu doluydu. Hüzünden çok gurur vardı yüzünde. Hem kendi üstüne düşeni yapmaktan mutluydu hem de Bülent Bekar’ı yetiştirmekten…
Ömer yaka mikrofonunu çıkarttı Ali Usta’nın. Sinan, Çetin Berkant ‘ da seti toplamaya başladılar. Ali Usta ve Bülent Bekâr’la yeniden sahanlığa çıktık. Tahta masanın etrafındaki sandalyelere oturduk. Çay demlenmiş bir kez daha. Ekip de işini bitirince katıldı bize. Fotoğraflar çektirdik birlikte. Sohbet gitgide koyulaştı. Ali Usta, tulumla yoğrulmuş yaşamından kesitler anlattı güleç yüzüyle. Ondan öğreneceğimiz çok şey vardı. O Yüzden hepimiz pür dikkat kulak kesilmiştik anlattıklarına. Heyecanlanmadığı anlarda bir Karadenizliden beklenmeyecek kadar tane tane ve keyifle konuşuyordu. Tıpkı bir asilzade gibi. Sanki Tulumun, Çamlıhemşin’in Lorduydu karşımızdaki yüce gönüllü insan…
Hava kararırken ayrıldık o büyülü mekândan. Çekimden memnundum ama beni daha da mutlu eden şey Ali Çamkerten’i tanımış olmaktı. O günden sonra bir kez de çarşıda karşılaşıp, bir çay içimlik sohbet edebildik. Yaptığımız işin önemini anlamış ve çok sevinmişti. “ Merakla bekliyorum. Bu çekimleri nasıl birleştireceksiniz, nasıl bir film ortaya çıkacak onu bilemem ama bu işin Bülent’in faydasına olacağı kesin” diyerek öngörüsünü de ortaya koydu. Bu sağduyulu davranışına hiç şaşırmadım. Çünkü yalnız iyi bir tulumcu değil, ülkenin kültür tarihine damgasını vurmuş, örnek bir insandı… Ruhu şad olsun. Felsefesi ülkemizi aydınlatsın, fikirleri, eserleri kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa söylensin…
İyi ki 7 iklim 4 mevsim bir ülkede doğmuşum demişti şairin biri. Bilimin zor açıkladığı bu toplumsal yapıyı bir iki küçük nağmeyle kolayca tanımlar müzik. Herkesin kendinden bir parça bulduğu bu coğrafyada nereye kulak kabartsak farklı ruhlardan üflenen nefesleri duyarız… Cendereden kurtulup havaya çarpınca soluk, artık sahibi değildir üfleyeni. Anonimdir nağme. Evrenin malı, onun yankısıdır…
ALİ ÇAMKERTEN KİMDİR?
1984’de kullandığı resmi aracı tamir ederken işaret parmağını aracın pervanesine kaptırdı ve parmak 1. boğumdan tamamen koptu. 1997 yılında nav yaparken elini planyaya kaptırdı ve sakatlandı. Ondan sonra artık hiç tulum çalamadı. Birkaç defa ameliyat olmasına rağmen parmakları eskisi gibi çalışmadı. O tarihten sonra gençlere tulum çalmayı öğretmeye çalıştı. Bu arada yine tulum yapmaya da devam etti. 2 kız ve 2 erkek olmak üzere 4 çocuğu var.
27 Eylül 2013 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
Kaynak; Çamlıhemşin Dergisi 3. Sayı Sayfa; 60