TAKOŞOĞLU ALİ ALTAŞ

Aşağı Kaydırın
ÇAMLIHEMŞİN DERGİ 6.SAYI
  • 63
Yazı Boyutu:
Yazdır

SON RUSYA GURBETÇİSİNİN OĞLU
YALTA DOĞUMLU TAKOŞOĞLU ALİ

Rusya doğumlu olduğunu ve sonradan memlekete geldiğini bilsem de Ali Altaş’ın bu güne kadar hiç hikayesini kendi ağzından duymamıştım.
Yurda gelmesi tam bir hikaye olan Ali Altaş ile sadece Rusya’yı değil, Türkiye de ki hayatını da konuştuk.
Ama uzun bir hikaye olduğu için bu sayılık sadece kendi ağzından Rusya hayatını ve Yurda dönüş hikayesini anlatacağız.

1923 YALTA DOĞUMLU TAKOŞOĞLU ALİ…

 
Ali Altaş Rus komşusu ile

1923 Yalta doğumluyum. Babamın adı Pehlül, Annemin adı Firdevs.
Bizler aslında Çamlıhemşinin, Makrevis köyündeniz.
Aile lakabımız da Takoşoğludur.
Babam üç sefer evlenmiş.
Ben son eşinden doğmayım.
Annem güney kafkas türklerindendi. Tatardı.
Ailenin en ufak çocuğu bendim.
Biz beş kardeşiz. Abilerim Ahmet ve Remzi, ablalarım da Emine ve Havva.
En büyük abim Ahmet ile benim aramda tam 20 yaş fark vardı.
Türkiye’den bir tek abim Ahmet ile ben Rusyadaydık. Çünkü ben orada doğmuştum.
Abim de orada iş yapıyordu. Diğerleri memleketteydiler.
Benim babamın Yalta da Pastanesi ve Fırını vardı.
O zaman hemşeri olarak Yalta da Tarakçı ailesine ait olan Dilber Pastanesi de vardı. Onlarla iyi görüşürdük.
Yalta deniz kenarında çok güzel yazlık bir yerdi. Neredeyse şimdiki Antalya gibi orası Rusyanın yazlığıydı.
Yalta da Çar’ın bir yazlık sarayı vardı.
Hatta oradaki hemşeri pastaneler saraya bile pasta verirlerdi.

Daha sonra Yalta’dan Azak denizine doğru göç ettik.

   
 Ali Altaş Rusyada  Abi Ahmet ve kendisi

ALUPKA VE SİMFEROPOL
Babam işini daha sonra Yalta dan Alupka ya nakletti.
Zaten bizlerde yurda oradan geldik.
Orada da Fırın ve Lokantamız vardı.
Beni de Simferopol da okula vermişti.
Simferopol daha içerde bir yerdi. Asıl ismi Akmescit miş ama sonra değiştirip Simferepol yapmışlar.
5 sene orada okudum ve ilk okulu bitirdim. Okulda bir çok toplumlardan çocuklar vardı ama okuldaki tek türk bendim ve beni de okulda çok severlerdi.
Oradaki yakınlığı ben hiç bir yerde görmedim.
Komünizm zamanında her yerde yokluk vardı ama biz yokluk görmedik. Her şey vardı.
Firincilik yaptığı için  babam simit yapardı. Ben de simitleri koluma dizer, gider dışarda çocuklara bedava dağıtırdım.
Babam da bir şey demezdi.Hatta hoşuna giderdi.

MEMLEKETE GÖÇ

O zamanlar Rusya da bir yerden bir yere gitmek kolay değil di.
Babam çok uğraştı ama yurda dönmek için izin alamadı. Ahmet abim devreye girdi. Moskovaya gitti geldi uğraştı derken sadece bize izin çıktı ama abim kaldı.
Abim ticaretle uğraşıyordu.
Büyük abim Ahmet bizimle gelemedi ve orada kaldı. Diğer kardeşlerim zaten memleketteydi. Abimi mecburen orada bırakıp bir tek biz gelebildik.
Abimin de yurda dönüşü enteresandır. Sonra anlatacağım.
Biz Simferepol de beklerken bize izin çıktı ve hazırlıklara başladık.
Hazırlıklara başladık ama çok malzememiz vardı.
Ağzına kadar dolu bir çok bavulumuz vardı. Bütün bu yük yetmezmiş gibi bir tane de dikiş makinesi vardı.  Babam dikiş makinasını da götürme konusunda tutturmuştu.
Nihayet bir gün gidiş vaktimiz geldi ve biz bütün yüklerimizle beraber Tren’e bindik.
Tren bizi Batuma kadar getirdi. Zaten gidecek başka yol yoktu.
Batum da Tren’den indik. Önce yürüyerek sınırı geçecek ve sonra Memleketten Vapur ile Trabzon’a gidecektik.

Bir kaç gün Batum da kaldık. Otelde değil de babamın kiraladığı bir evde kaldık.
Bir gün çok susadığım için, annemin “Mutfak da su var. Oradan iç!” demesiyle mutfağa gittim.

Mutfak da kap kacağın durduğu raflar vardı ve alt taraf ta kovalar içerisinde sular vardı.
Çok susadığım için ben o hızla hemen su kovasının içerisine bir kepçe daldırıp hemen içmeye başladım. Ama bir de ne farkedeyim. Gazyağı içiyormuşum.
O zamanlar tüm Türkiyeye Gaz yağı Batumdan geliyormuş.
Kepçenin içindeki gazyağının tamamını farkedene kadar soluksuz ca tamamını içtim.
İçtim ama ben bu sefer midem anormal derece de yanmaya başladı.
O şiddetle bağırmaya başladım. Tüm ev halkı başıma uçuştu ama ne çare. Allahtan bağırınca yukarıda katlarda oturan bir komşu doktor vardı. Sesime o koştu ve gerekli müdahaleleri yapmaya başladı.
Allah razı olsun benim le o gün de, sonra da epeyce uğraştı. ve bizim dönüşümüz de bu yüzden yaklaşık 10 gün tehir oldu.

 
 Annesi, kendisi, babası ve ablası.


SINIRDAN GEÇİŞ
Sınırdan geçiş için sınıra doğru yürüyeceğimizden dolayı tüm eşyalarımız paylaştırıldı ve babam bana Dikiş Makinasını vererek “Aman oğlum. Nereye gidersen git bu makinayı hiç bırakma ve yanından ayrılma. Sıkı sıkıya tut!”  diye tembih etti.
Tüm yüklerimizle beraber sınıra doğru hareket ettik.
Ben de çeke çeken Dikiş Makinasını sürüklüyor ve sıkı sıkı tutuyor ve elimi üstünden hiç ayırmıyordum.
Düşünün ki daha 9 yaşındayım.
Gümrüğe geldiğimizde sınırda ufak bir baraka vardı. Kapısında 2 nöbetçinin beklediği bu barakanın içinde bir masa görünüyordu. İçerde sarışın uzun boylu  subay kılıklı birisi vardı.

Nöbetçiler sbaya doğru kimseyi yanaştırmıyor ve eşyaları kendileri kontrol ediyorlardı.
Ben ilk o tarafa doğru yürüyünce nöbetçiler beni durdurdular. Tam o arada subay çıktı ve bırakın gelsişn dedi ve beni yanına çağırdı.

Oraya kadar dikiş makinası elimdeydi. Subayın yanına giderken makişnayı kapıya yakın bir yerde bıraktım. O arada bizimkiler karşı tarafa geçmiş ve beni bekliyorlardı.
Subay önce belgeleri istedi ve onları karıştırırken bana;

Kimsin? dedi. O zaman soyadı yok ve biz Takoşoğlu olarak biliniyoruz.
Ali Takoşoğlu dedim.
Ha Takoşov! dedi.
Nereye gidiyorsun dedi.
Memleketimize gidiyorum! dedim.
Sen burayı beğenmedin mi? dedi.

Beğendim! Dedim.
Peki o zaman niye gidiyorsun? diye sordu.
Babamın vatanına gidiyorum! dedim.

Kaç yaşındasın? dedi.
9 yaşındayım dedim.
Parmağındakiler nedir? dedi.
Parmağımda iki tane dantel yüzük vardı. Onları babam takmıştı parmağıma. Hatta parmağıma olsun diye arkasınıda desteklemişti.
Benim! dedim.
Bunlar sana büyük, hem de iki tane Neden? diye sordu.
Evet ama evleneceğim ve birisini karıma verip diğerini de kendim takacağım dedim.
Bunu duyunca şöyle bir güldü ve benim de iki çocuğum var ve sana benziyorlar! deyip başımı okşamaya başladı.
Dkiş makinasına bakıp o nedir? Diye sordu.
Dikiş makinası, Eve lazım, Babam aldı! dedim.
Biraz daha konuştuktan sonra, Haydi iyi yolculuklar, Babana selam söyle! dedi.
Odadan çıktım ve Dikiş Makinasına doğru gitmeye başladım. Nöbetçiler de ben çıkarken

Makinayı control etmek için beni durdurunca Subay tekrar geldi ve Bırakın gitsin! dedi.
Makinayı aldım çıktım ve bir daha arkama bakmadan bizimkilerin yanına gittim.
Babamlarda eşyaları hazırlamışlardı ve tekrar yürümeye başladık.
Bizimle beraber Babam, annem, abimin eşi ve abimin Hüsnü isimli Rizeli bir ortağı vardı.
O günü bir şekilde geçirip ertesi gün vapura bindik ve Trabzona geldik.
Trabzonda bizim tarafın gümrüğünden geçtik ve kalacağımız otele geldik.

Trabzon da otele gitmek için yokuştan çıkarken ilerde Amedoğlunun yeri vardı. Az ilerisin de  Begi Alinin bir pastanesi vardı ve onun hemen yanında bir otel vardı. İşte o otel de kaldık. O otel hala vardır.
Otele gelir gelmez bütün eşyaları bir yere dizdik. Dikiş makinasını da yanına koyduk. Babam dizdikten sonra bana öyle şiddetle bir sarıldı ki çok şaşırdım.
Sen dedi çok büyük bir iş başardın!.
Nedir? dedim ama babam söylemiyor. Annem de gülümseyerek bana bakıyordu.
Meğerse dikiş makinasının 3 tane gözü vardı. Bir tane ortada, iki tane de yanlarda.
Ortadakinin içi ve altı altın doluymuş. Oraya saklamışlar.
Hem bana ürkmeyeyim diye bilgi vermiyor ama diğer taraftan sakın makinayı hiç bir yerde bırakma diye sıkı sıkıya tembih ediyorlarmış.
Bir kaç gün Trabzonda  kaldık, sonra köye doğru gitmek için Pazar’a  doğru hareket ettik.
Pazara geldik. Çarşıbaşı denilen bir yerde merdivenleri çıkılan bir kahve vardı, oraya çıktık ve orada 2 gün kaldık.
Babam bavulu ilk defa orada açtı. Bir de bakalım ki Vapur da bavulu boşaltmışlar ve yerine odun koyarak aynı ağırlığa getirmişler. Yani Rus gümrüğünü geçtik ama bizim memleket de yani Trabzon da bizim bütün eşyalarımızı almışlar.
Benim de bütün eşyalarım gitmiş.
Allahtan dikiş makinası yanımızdaydı.
Pazardan da köye o zaman araba yolu yok. Taşıyıcılık yapan Katerciler vardı. Babam sekiz tane at kitaladı. Oradan Lamğo üzerinden kanlıboğazı aşarak köye geldik.
Babam bir daha gurbete hiç gitmedi.

ABİMİN HİKAYESİ…

Sonra bir ara Ahmet ağabeyim geldi.
Ağabeyim Odesadan sonra İstanbula geçti.
İstanbul da bir Fırın tuttu. Bir ortağı vardı Ahmet ismin de Rizeli birisi.
O zamanlar Rusya da para geçmiyor ve sadece Altın, Pırlanta, Yakut üzerinden iş yapılıyordu. Abim de bir ara o işlere takılmış.
Orada bir askeri subay varmış. Onunla tanışmış. Türkiyeye geliş vizesini de o zaman almış abim.
Bu subaya içi Altın,Pırlanta ve Yakut dolu şekjlde büyükçe bir kese emanet etmiş ve götürebilirsen Türkiye de sen den alırım demiş. Götüremezsen de ananın ak sütü gibi helal olsun demiş ve o şekilde bırakmış köye gelmiş.
Aradan bir kaç ay geçtikten sonra Karedoğdan kahveden eve doğru heyecanla gelip  babama “Ben İstanbula gidiyorum!” dedi.
Babam ne oluyor diye sordu ama o cevap vermedi ve sadece gitmem lazım dedi.
Meğerse buna o subaydan bir mektup gelmiş ve subay buna hemen İstanbula gel diye not göndermiş.
Abim hemen İstanbula gidip o adamı buluyor.
Biraz sohbet falan ediyorlar ve subay o torbayı çıkartıp abime veriyor.
Abim büyük bir sevinçle dışarı çıkıyor.
Abim iş yaptığı için hemen içinden birazını ceplerine aktarıp keseyi ayrı tutuyor ve Kapalıçarşı da bir kuyumcuya bozdurmaya gidiyor.
Kuyumcuyla pazarlık ediyorlar. Tam o sırada 2 sivil kişi geliyor ve kollarına girip abimi karakola götürüyorlar. Meğerse Polislermiş.
Sorguda bunlar nereden geldi, Nereye gidiyor diye de epey bir sorgulamışlar
Bu konu o zaman muazzam bir kaçakçı yakalandı başlığıyla gazetelere bile düşmüştü.
Çok uğraştı o zaman paçayı kurtardı ama o servetin çoğu bu işte gitti.
Daha sonra Beyoğlun da bir Fırın açıyor  Mal sahibiyle problem yaşayınca bu sefer Çorlu da bir Fırın açıyor.
Ben hatta o zaman yanına gidip biraz tahsil görmüştüm.
Abim Çorludaki yeri kapadıktan sonra Askere gitti.
Askerden sonra tekrar gelip Beyoğlunda bir bina almıştı onun altına pastane açtı.
O binayı daha sonra Turgut Özal yol yapmak için yıktı.
Ailesi şimdi Büyükdere taraflarındalar.

 
Abi Ahmet

KÖY HAYATI…

Ben mecburiyetten köye gelmeden evvel hiç buralara gelmemiştim. Yani köye ilk defa 9 yaşında geldim.
Oradayken bizimkilerden çok tanıdığım vardı. Tarakçılardan falan çok kişi tanırdım.

Orada yaşarken bırak küfürü falan ben babamın kulağımı çektiğini bilmem.
Düşünsene Pazardan köye gidiyorsun araba yolu yok. Sekiz katırla beraber yükleri köye götürüyorsun. Bir taraftan yağmur yağıyor diğer taraftan her taraf çamur içerisinde .
Girdik bir ormana dere tepe gidiyoruz. Resmen yol ile orman ile boğuşa boğuşa gidiyoruz.
Karnımız acıktı. Orada girdik bir agacın altına ama ip gibi yağmur yağıyor.
Biraz ekmek ve ufak tefer bir şeyler vardı onları yedik.
Çok uzun bir yürüyüşten sonra nihayet geldik köye.
Buraya gelince düşün ki Pazar  ilçesi, oarada bizim kaldığımız yerlerin yanında köy gibi kalıyordu. Köyde bir etrafa baktım ev perişan.
Etraf perişan.
Kimsede bir şey yok. Her şey perişan.
Üst baş perişan.
Ablamı bir gördüm resmen tanınmayacak haldeydi. O benim ablam deme şansın yoktu.
Resmen her kes insanlıktan çıkmış gibiydi.
Düşün ki en az kırk elli yama vardı bir gömlekte.
Sefalet had safhadaydı.
İpek para ortadan kalkmış her kes aşırı yoksullaşmıştı.
İpek para yani Çarın parası çok güzeldi. Yıka yıka bir şey olmazdı o kadar da sağlamdı. Ama Rusya da parayı ortadan kaldırınca buradaki birikimler sıfırlandı gitti.
Bende hala o zamandan kalmış ipek paralar durur.
O zamanlar insanlar çok açtı. Çünkü kimse de para yok. Mısır kimseye yetmiyor. Bir kaç hayvan var onlarda aç, yiyecek yok.
Ben bunları daha evvel yaşamadığım için resmen şok oldum.
Neyse aradan bir kaç gün geçti ve ben bir kaç da arkadaş edinince köy güzel gelmeye başladı. Bayıldım gitti.
1932 de yurda döndük. Yurda döndüğümüzde ben gene birinci sınıftan okula başladım ve 1943 de asker oldum.
Buraya gelince kocakarılar evde aman Rusça konuşma cehenneme gidersin diye bizi korkuturlardı ve hiç konuşmadım.

Babam birinci dünya savaşında esirmiş ve onu sibiryaya sürmüşler.
Sadece babamı değil bütün türkleri sibiryaya sürmüşler. Fakat o zaman Lokanta, Pasta ve Fırın tipi yerleri daha ziyade Türkler işlettikleri için bu işleri yapanlar Rusya da çok azalmış.
Bunun üzerine Stalin bunlara işlerini yapmaları için özel izin veriyor.
Babam 6 aylık esaretten sonra hemen fırınına geri dönüyor.
Babamın daha evvelki işyerinde çalışanlardan bir kaç ermeni çalışan varmış.
Bu sebeple babam biraz ermenice bilirmiş.

Babam esaretden sonra tekrar geliyor fırına ve hemen fırını açmak için hazırlıklarını yapıyorlar ve fırını tekrar açıyorlar.
Yanında da gene bir kaç tane Ermeni çalışanlar varmış.
O zaman kalacak yerde yok babam genelde fırında çuvalların üzerinde yatarmış.

Gene bir gün fırında uykuya daldığında, bakıyor ki Ermeniler aralarında konuşuyorlar.
Bu …….yaptığımın Türkünü öldürelim bu gün. Çok parası var. Parasını da alırız diyorlarmış.
Babam güya anlamamış ve bir şey olmamış gibi kalkıyor ve usulca Karakola gidip duyduklarını anlatıp sorunu çözüyor.
Niye bunu anlattım çünkü şimdi bazı şeyler söyleyip duruyorlar.
Bizim zamanımızda göç eden Ermenilere ait bir yerlerde bir şeyler saklamışlar gibi bazı duyumları alırdık. Bazılarının peşinden çok koşturduk ama bir şeyde çıkmamıştı.
Bizim oralarda zamanında yaşamışlar ama çok eskiden buraları terk etmişler.
Bazen duyuyorum, Ermeniden dönme veya Ermeniceyi unutturmuşlar diye ama böyle bir şey yok.
Olsaydı bilirdik.
Yaşlılardan da bir şey duymadım.


Kaynak; Çamlıhemşin Dergisi 6. Sayı Sayfa; 101











 

Önceki 1977 YILININ BİR YAYLA GÜNCESİ
Sonraki FIRTINANIN KUŞLARI