KAN DAVALARI

Aşağı Kaydırın
ÇAMLIHEMŞİN DERGİ 2.SAYI
  • 147
Yazı Boyutu:
Yazdır







Sohbet edilen Mehmet Yaşar HACIOĞLU kimdir

01.09.1942 tarihinde Çamlıhemşin- Topluca (Sano) köyünde dünya’ya geldi. Çocukluğunda 2 yıl camiye gitti. Okulun 1951 yılında açılmasıyla okula başladı.1956- 1957 öğretim yılında Ardeşen Ortaokulunda okudu.19.000 öğrenci arasından Rize birincisi ve Türkiye ikincisi olarak Trabzon lisesinde parasız yatılı okudu.1961 tarihinde Yassıada’da verilen ve yanlış olduğuna halen inandığı idam kararı nedeniyle, Hukuk Fakültesine gitmeye karar verdi ve Hukuk Fakültesini 1969 yılında iyi derece ile bitirdi.
Askerlik dönüşü Avukatlık ve Hakimlik stajını Rize de yaptı.Aralık 1973 de Kastamonu Bozkurt Cumhuriyet savcılığına, sonra Çaykara savcılığına, Adalet Bakanlığı teftiş kuruluna, 2 yıl sonra Akçaabat Cumhuriyet Savcılığına, Kızılcahamam Savcılığına, 1979 yılı sonunda Ankara Cumhuriyet savcılığına atandı.24 yıl sonra Haziran 2004 tarihinde Adana ve sonra Bursa Savcılığına atandı.
01.09.2007 tarihinde emekli oldu.
Mehmet Yaşar HACIOĞLU evli ve üç çocuk babasıdır.

Ülkemizdeki Kan Davaları; günümüzde bile çok önemli sıkıntılar yaratan ve birçok insanı başka yerlere ve kimliksizliklere doğru iten sosyal yaralarımızdan bir tanesidir.
Bölgemizde ise; eskinin çok önemli problemlerinden biri olan Kan Davalarını irdelediğimiz zaman ise, karşımıza adeta bu sorunun çözümlenmesinde başrol oynayan eski bir savcı abimizin çıktığını görmekteyiz.
Dergimiz için bu problemin çözümünde başrol oynayan E. Savcı Yaşar Hacıoğlu ile Kan Davalarını görüştük ve kendisine Kan Davaları ile ilgili çalışmalara ne zaman ve nasıl başladığını, konunun nasıl geliştiğini ve nasıl sonuçlandırdığını sorduk

FOTOĞRAFLAR TEMSİLİDİR.

AMCAMIN OĞLU, ABLAMIN OĞLUNU VURDU….

Haziran 1969 tarihinde bir arkadaşımın iş yerine uğradım. Birlikte töremizle ilgili genel değerlendirmeler yaptık. Kendisi, çalışmalarımdan memnun olduğunu fakat kendisinin sorunlarıyla ilgilenmediğimden dolayı bana dargın olduğunu söyledi. Ben onların köyüne hiç gitmemiştim, akrabalarını tanımıyordum. Bu sebeple olayların doğuş ve gelişme biçimini bilmiyordum. Sorunlu olayların tarihçesini sormam üzerine bana, yıllarca önce amcasını vurmak için iki kişinin pusu kurduğunu, amcasına ateş ettiklerini fakat silahların tutukluluk yapması üzerine amcasının onları vurduğunu anlattı. Amcası, cezaevinden çıkınca, karşı tarafın barış önerisinde bulunduğunu, babası ve amcasının ise bu öneriyi kabul ettiklerini söyledi. Fakat anlaşmanın teminatı olarak da karşı tarafa kız vermek gerektiğini ilave etti.

Amcasının kızı evli olduğundan, aileyi kan davasından kurtarmak amacıyla, kendi ablasının babası tarafından amcasının vurduğu adamın yeğenine verildiğini ve anlaşma sağlandığını söyledi.

Bütün bu anlaşmalara rağmen, zaman içerisinde amcasını yine de onların vurduklarını ve amcasının oğlunun öncelikli hedef olarak vurulması gereken başka insanlar varken gidip ablasının oğlunu vurduğunu anlattı. Dolayısıyla hasım iki akraba aile arasında kaldığı için, her iki akrabanın da diğer tarafla kan bağı olması sebebiyle kendisini düşman olarak gördüklerini ve kendisi için hayatın artık bir cehennem olduğunu söyledi.
Ne zaman, Nerede, Nasıl vurulacağını bilmediğini söyleyerek “Sen, beni bu cehennem ateşinden kurtarabilirsin” dedi.
Benim bu konuya dahil olmam bu sebepledir.
Bunun üzerine, hiç kimse farkına varmadan Çamlıhemşin’e bağlı 4 köyde gereken araştırmaları yaptım. Olayların çıkış nedenlerini ve tarafları öğrenmeye çalıştım.
Bir cinayetin olayını çözümleyebilmek için cevabı verilmesi gereken soruları tespit ettim. Olayların anlayabilmek için, “Neden bu kişi vuruldu?”, “Vurulması için katile veya ailesine parayı, silahı veren kim”, “Olay sırasında gözcü kim”, “Mahkûm olup cezaevinde yatan kim? ” Katili yönlendiren, eğiten kim?” sorularının cevaplanması gerektiğini tespit ettim. Olayda fail olan katilin kimliği, olayın oluş biçimine uygun düşmediği takdirde, kiralık katil veya hasım değiştirme olup olmadığını araştırdım. Çünkü olayda, gerçek fail bulunmaz ise barışın sağlanması zorlaşır ve anlaşma güvenilmez olurdu.
Bu çalışmalarda akrabaları gruplara ayırdım. Her olayda, gerçek fail kim, onu etkileyen, yönlendiren kim? Barış masasına otururken her an işi bozabilecek, savaşın devamında çıkar sağlayacak, çıkar karşılığında aktif veya gizli olarak görev alabilecek kişileri belirlemek ve gereken önlemleri zamanında alabilmek bu süreçte en zor aşamadır.
Olaylar üç ana nokta etrafında toplamaktaydı;
1.Olaylar karşılıklı, birbirine eşit veya birbirinden farklıydı.
2.Olaylar tek ve birbirine eşitti.
3.Olaylar tek yanlıydı veya cevapları yoktu veya faili bilinmemekte olup, 100 yıldır devam etmekteydi.

Yaptığımız planlamada öncelik olarak; karşılıklı olan ve alevlenen olayları, yani akan kanı durdurmayı amaçladık. Sonrasında ise tek taraflı olan dava sahipler barıştırmak istedik. Faili bilinmeyenlere, gerçek fail kesin olarak bilinmediğinden kuşku ve tahmin ile düşman gösterip anlaştırmak mümkün olmadığına göre, tüm bu aileleri de toplantılara çağırarak haklarından vazgeçmelerini sağlamayı amaçladık.Adam Öldürme Suçları, din ve hukuk kuralları ile yasaklanmıştır. Hukuk kuralların müeyyidelerinde değişiklik olmuş, cezalar artırılmış olsa da o dönemlerde aşağıdaki normlar yürürlükteydi.

 
1. Anayasa ve ceza yasasında mevcut olan kurallar;

1- Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. (Anayasa: Md: 12)
2- Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. (Anayasa: Md: 17)
3- Her kim bir kimseyi kasten öldürürse 24 seneden 30 seneye kadar ağır hapis cezasına mahkûm olur. (TCK’nın 448 md)
4- Hısımlar veya zehirlemek suretiyle işlenirse müebbet (TCK 449)
5- Kan gütmek saiki ile işlenirse faile ağırlaştırılmış müebbet (450) cezalarının verilmesini gerektirmektedir.

2. Kur’ansal temel kurallar;
a- Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri yahut ta bulundukları yerden sürülmeleridir. (5/13)
b- Kim bir mümini kasten öldürürse cezası içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. (4/93)

Yukarıda açıklanan kanun maddeleri ve Tanrısal hükümler, adam öldürmenin, kan davası sürdürmenin ne denli ağır bir suç ve günah olduğu, sonucunun da ağır olduğu görülmektedir.
Bu kadar ağır koşullar altında neden suç işleniyordu? Suç işlenmesinin sebebi, insanın, Tanrıya, topluma, insana ve kendi insanlık onuruna saygısız ve sorumsuz olmasıdır. Bununla birlikte, hukuk düzeninin adaletine güvenmeme, adaleti kendi eliyle tesis etmeye çalışmanın da etkili olduğu inancındayım.
Temmuz 1970 de askere gittim.  O sırada Acil olarak, bir köyün ileri gelen 3 büyük ailesi arasındaki sorunun çözülmesi gerekiyordu. “O dönem aile yapısında, ailenin en yaşlısı reis olarak kabul ediliyor; fikir ve kararları aynen uygulanıyordu. Akrabanın tüm üyeleri, bu görüş ve talimatlar doğrultusunda, tek bir vücut gibi hareket ediyorlardı”. Bu sebeple köyde, aile reisleriyle, köy dışında İstanbul, Eskişehir ve İzmir’de bulunan aile bireyleriyle görüşmeler yapıyordum. Her üç aile ve akrabaları da yorulmuş ve kayıplar vermiş oldukları halde, savaştan çekilmek isteyen yoktu.
Yaptığımız özel görüşmelerde, İslam’da insan öldürmenin en ağır günah ve suç olduğunu, insanları Tanrı’nın yarattığını, devletin dışında hiç kimsenin diğer bir insana ceza verme yetkisine sahip olmadığını, toplumun huzur ve güvenliğini bozmaya kimsenin hakkı olmadığını, bunun bir kader olmadığını, aklın ve vicdanın çalışmadığı yörelerde Arap örf ve adetinin bir devamı olarak işlediğini, Tanrı’ya saygılı ve bağlı olan Müslümanın böyle bir suç işlemeyeceğini, gerektiği kesimlerde ve bölgelerde açıklamalar yapıyor, aileleri ikna etmeye çalışıyorduk.
Taraflardan ilk isteğimiz, barış çabalarının başladığı, bu çabalar sonuçlanıncaya kadar, ateşin kesilmesi, cinayet işlenmemesi ve yorum yapılmamasıydı.
Bir akraba liderine: “Siz barış yapılmasını istiyorsunuz; akrabanıza ne kadar hakimsiniz? Barıştan sonra bilginiz dışında bir cinayet işlenirse, bunun sorumlusu kim olacaktır” diye sordum.
Bana: “Ben akrabama hakimim, benim bilgilerim dışında bir şey olamaz “cevabını verdi.
Diğer güçlü akrabanın liderine; “Akrabanıza hâkim olabilir mi siniz, şu anda herkes savunma durumunda, erkekler zaten kapıdan dışarı çıkmıyor, barış olunca herkes işine bakacak, imkân artacak, kolaylaşacak, işlenecek bir cinayeti önleye bilecek durumda mısınız “diye sordum.
Cevabı açıktı: “Hayır, ben akrabama sahip değilim, yardım olmadan barışı da yapamam, barış olursa da koruyamam, maddi durumu güçlü olan gençler bana sormadan iş yapabilirler “dedi.
Benim kesin talebim şu yolda oldu: “Derhal köyden gidiyorsun Ankara, İstanbul, Adalar, İzmir de yaşayan akrabalarını çağırıyorsun, topluyorsun ve onlara; “Ben artık lider değilim. Cinayetler köyde işleniyor. Mezardaki ölü ile, cezaevindeki tutuklu ile de ben uğraşıyorum ama artık uğraşamam. Herkes işyerini satacak, parasını bankaya koyacak, çekini cebine koyacak ve silahını alıp köye gelecek, savaşa devam edeceğiz. Bunu yapmadığınız takdirde ben soyadımı değiştireceğim, kendim yalnız olarak barışa katılacağım, sizinle bağlantımı keseceğim diyeceksin” dedim.
Bu sözleri aynen söyledi. Üç gün toplantı oldu, olaylar değerlendirildi, barışa girilmediği takdirde genel bir savaşın zorunlu olacağının kanısına vardılar. Bu olumlu cevap üzerine, yine kendisine: “Düşmandan korktuğun için değil, insanların mutlu olması, bölgenin huzura kavuşması ölen her evladın hepimizin evladı olması nedeniyle ben barışıyorum, barışı destekliyor, her namazda hatalı olduğumu hatırlıyorum diyeceksin” dedim.
En güçlü ailelerden birinin liderinin bu beyanı, barış rüzgarlarının esmesine insanların umuda kapılmasına neden oldu.
Bu olaylar sırasında, Yedek subay okul dönemim bitti. Bingöl Topçu Alay Komutanlığı'nda disiplin subayı olarak görev yaptığımdan barış çalışmasını bir yıl erteleyip, görüşmelerin olgunlaşması durumunda, köye izne geleceğim zaman sorunu çözmeye çalışmaya karar verdim.
Bir gün, baktım bir mektup geldi. Açtım, okudum, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Mektupta şöyle yazıyordu: “Sizi sevdim, bizim için koştunuz, size dedim ki barış istediğimi açıklamayım. Şayet açıklarsam, kendi akrabalarım sanki düşmandan korkmuşuz diye düşünür; düşman da efelenmeye başlar. Fakat siz kabul etmediniz. Akrabalarımızda huzursuzluk başladı, yeniden savaş başlıyor. Hasmım, ne yapayım benim düşmanım benimle barışmak isteyince ben de mecbur kaldım diyor. Ben de ültimatomu verdim: Ben, insanlar mutlu olsun diye barışıyorum, sorumluluğumu yerine getiriyorum. Düşmanım eğer benden korkmuyorsa barışmasın. Aile olarak karar aldık. Kurban Bayramı’na kadar geldin geldin; gelmezsen savaş başlıyor. Suçlu, suçsuz ayırımı yapmadan kadınlara bile atış serbest olacaktır, takdir senindir.”
Mektubu düşünerek birkaç kez okudum. Önümde iki yol vardı: Ya asker olmam nedeniyle bölgeye gidemeyecek, ya da izin verilmezse dahi gerekirse firar ederek, bölgeye gidip barışı sağlamak için savaş verecektim.
Bu süreçte ölümü dahi göze aldım. Çünkü bu işlerin nasıl sonuçlanacağı belli olmazdı. En büyük tehlike, toplantı sırasında silahın patlaması, ikinci tehlike ise barış sağlandıktan sonra bir cinayet işlenmesiydi. Komutanlarıma durumun aciliyetini arz ettim. O toplantıyı yapmak için mutlaka Rize'ye gitmem gerektiğini, vurulmayı da göze alarak gitmediğim takdirde mevcut durumun çok alevleneceğini açıkladım. İzin hakkını daha kazanamamıştım. Sadece 10 gün rapor ve birde “Garnizon dışına çıkabilir” yazısı verdiler. Bingöl’de kar var, otobüsle hareket ettim. 30 saat sonra Ankara’ya gelebildim.
Program gereği Kocaeli’ne gidip bir amcayı da yanıma almam ve onunla birlikte memlekete geçmemiz gerekiyordu. Gece minibüsle hareket ettik, sabaha 2 saat kala köye gittik. Kapıyı çaldı, annesi: “Oğlum, gece bu saatte niye niçin geldin, beni korkuttun” dedi. Oğlu, “Anne memlekette barış yapılacak, yapacak olan kişi araba oturuyor, amcayı almaya geldi, götürecek “dedi. Yaşlı annenin: “Madem ki barış olacaktı, biz neden memleketten kaçtık, kaç yıldır ne anne babamın ölümüne gidebildim ne de mezarlarını biliyorum” diye yüksek sesle hüngür hüngür ağladığını duyunca, ben de ağladım ve işimin ne kadar zor olduğunu daha iyi anladım.
Minibüs Ankara’ya döndü. Ben Ahmet amca ile 8 saat mücadele ettim, hayatı biliyordu, yıllarca cezaevlerinde kalmıştı. Kendisi iki kişinin vurulmasından sorumlu idi. İki kez de kendisi vurulmuş ve ameliyatla kurtarılmıştı. En son bana: “Ben gelirsem senin işin bozulur, ben bu barışın olacağına inanmıyorum, ben barış yaptım iki kez vuruldum, dedenin çok cesur olduğunu biliyorum, siz okuyan bir insan olarak, bu insanlara güvenerek nasıl böyle bir toplantıyı yapmaya cesaret ediyorsunuz, hayret ediyorum dedi.
Dünyam başıma yıkıldı. Beni derhal Kocaeli’ne göndermesini söyledim. Komşunun arabasıyla beni merkez otogarına bıraktırdı. Kar, bütün şiddetiyle yağmaya devam ediyor ve arife günü saat 15 sıralarıydı, O akşam randevularım vardı, mutlaka Ankara’da olmam lazımdı. İstanbul’dan gelen otolar doluydu ve iki saat bekledim hiç yer yoktu. Bir kamyon geliyordu, rica ettim, kamyonun açık kasasına bindim ve 8 saat sonra Ankara’ya gelebildim. Üzerimde sadece bir gömlek ve bir ceket vardı çünkü asker süveter giyemezdi. Ruhsatsız tabanca taşıdığım için asker elbisesini çıkartamadım. Bolu Dağı'nda (-10, -20) derece civarındaki hava sıcaklığında, açık kamyonun üstünde 8 saat yolculuk yaptım. Halen nasıl zatürre olmadığımı ve soğuktan donmadığımı anlayamıyorum.
Gece varınca, sabaha kadar görüşmelerimiz devam etti. Sabah bayram namazı kılındı. Ben namazdayken, bu namaz benim için son Kurban Bayramı namazı olabilir mi, okurken bana yardım eden insanlara, yardımları iade etmeden, hak altında Tanrı’nın huzuruna gitmek nasıl olur? Soruları kafamın içinde dönüp duruyor ve dua ediyordum.
İstanbul'dan İsmail, Yalova'dan Hasan ve Ankara'dan Ali Demirci ile birlikte, Ali Demircioğlu'nun arabasıyla, saat 12.00 sıralarında Rize'ye doğru hareket ettik. Saat 17.30 sıralarında Samsun'a geldik, amca: “Ben gece gidemem” dedi. Vidinli Palas Oteli'ne gittik. 3 gün hiç uyumamıştım. Dinlendik, sabah kar yağışı devam ederken yola çıktık ve akşam Pazar'a vardık. Bir otele geldik, amca:” En üst katı kapat, merdivene de kapalı tabelası as, insan görmeyeceğim” diye talimat verdi. Bize de:” İşleriniz hayırlı olsun, benim köye gelmem mümkün değil, size güle güle” dedi. Gece saat 19.00 sıralarında bir cip tuttuk, Murat Köyü'nün aşağısına kadar gittik, yanımdakiler değişik yollardan kendi evlerine gittiler. Ben de hiç tanımadığım …ailesinin evine doğru yürümeye başladım.
Kar, gece evin yerini soracak adam yok, köpeklerin birinden kurtuluyorum diğeri saldırıyor, köpeklerin sahipleri beni kiralık katil olarak değerlendirebilir kaygısıyla silah kullanamıyorum. Son olarak adam vuran şahsın adını söyleyerek kapıyı vurdum, kapı açılmadı. Bir daha baktım ki, çalmam gereken kapı 100 metre aşağıda; çaldığım kapı ise vuranın değil vurulanın kapısı! Yaptığım en büyük hata... Hemen oradan ayrılarak aşağı eve gittim, kapıyı çaldım, içeri girdim. Fakat içeridekileri tanımıyordum ve aradığım, görüşmeye geldiğim şahıslar evde yoktu. Evde sohbete başladık, sanki barış teklifi hiç yapılmamış, böyle bir durumdan hiç haberleri yokmuş gibi davranıyorlar. Konuşmaya başladım, baktım ki ikna edebileceğim bir ortam yok. Bana:” Sen daha çocuksun. Bu 50 senedir devam eden bir dava, sen hangi cesaretle, neye güvenerek araya giriyorsun? Farz edelim barıştık, kapı dışarı çıktık, vurulduk, sen bunun hesabını nasıl ödersin? Bu halde yargılamak bizim için bir görev olur. Sen bu işten vazgeç, doğru askerliğe git, başını belaya sokma. Biz insanlara güvenmiyoruz, şimdi kaçıyoruz ve kendimizi koruyoruz.” dediler. Ben de kendilerine: “Siz dedemi ve beni tanımıyorsunuz. Ailem bu olaylara girdiğinde ne kimseden para aldı ne bir silah aldı ne de bir yardım aldı. Kendi işimizi kendimiz hallettik. Ben de sizi tanımıyorum ben …. Amca'ya gideceğim, konuşmalarım onunladır. .........Demircioğluları......da????????? benimle geldiler. Siz kapı dışarı çıkmayın, yanıma iki tane bayan verin, bana köyün dışında gideceğim yerin yolunu tarif etsinler yeter, karda yolu bulamam.” dedim. .......Necati......????????...... Silahını aldı ve bana: “seni babama yalnız gönderemem, keçi yoludur, kar vardır, yuvarlanırsın, gece karanlıktır, yol bulamazsın, sülalemde bir erkek kalmayacağını bilsem bile seni yalnız göndermem” dedi.
Kalktım, hepsi benimle birlikte kalktı, aksine tüm ısrarlarıma rağmen hepsi benimle birlikte Dikkaya tarafında bulunan mahalledeki eve gittik. Durumu amcaya anlattım. İki saat değerlendirme yaptık. Ben amcanın yüz hatlarındaki değişikliklerden aslında ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordum. Sordum: “Siz akrabalarınıza ve çevrenize hâkim durumda mısınız, sormanız gereken insanlar var mı? Bana cevaben: “Hayır, ben liderim. Bu konuda hiç kimseyi dinlemem, kimseye de sormam.” dedi ve üç saat önce, bana karşı çıkan kardeşleri ve yeğenlerinden hiçbir itiraz gelmedi. Bana, “Dedeni iyi tanırdım. Deden bu işleri iyi bilirdi. Ben barıştıktan sonra, barış bozulursa ilk olarak benim oğlum tehlikeye düşer; sana soruyorum, barışın kabulü veya reddi konusunda fikrini kesin olarak söyle” dedi. Ben de “siz açıktan iki, iki de gizli olmak üzere 4 akraba ile savaşıyorsunuz, en güçlü olan barıştı mı diğerlerinin de morali bozulur; onlar da ileride barışırlar, zaten başladık mı bölgede barışmayan aile bırakmayacağız” dedim. Bana:” Ağabeyim vuruldu, bu insanlara ağır bedel ödettim, çocuğuma karşı ihanet olursa, ilgililerden ayakta kimseyi bırakmam, ben barış önerini kabul ediyorum.” dedi. Ben de:” yarın ikindi namazında camide buluşacağız, sabah namazını kılalım, biraz dinlenelim” dedim ve dinlenmeye çekildim.
Sabahleyin ....... Ailesi yöneticileri çağırdılar onlarla görüştüm. Daha sonra .......... ailesiyle görüştüm. Barış toplantısında bulunması gereken 14 kişiyi tespit ettik. Trabzon’dan hocamı da getirdim. Kurban Bayramının 4. ncü günü ikindi namazı için ezan okundu, misafir hafız namazı kıldırdı. Yıllarca birbirine kurşun atan insanları camide bir araya getirdim. Hoca kısa bayramlaşma konuşmasını yaptı. 14 kişinin dışında kalanları çıkarttım. Camide 2 imam, ben ve 14 kişi kaldık. Kur’an-ı Kerimi elime aldım, tek tek “Kutsal evde, Kurban Bayramının son gününde, Tanrı’nın kelamı üzerine, Tanrı’nın huzurunda, kan davaları konusunda hiç kimseyi etkilemeyeceğine, fesatlık yapmayacağına, eski hasımlarına karşı gizli düşmanlık yapmayacağına yemin eder misin” diye kitabı öptürerek yemin verdirdim. Sonra birbirimize ağlayarak sarıldık. Yemin verenler titreyen elleriyle Kur’an’ı tutuyor, gözyaşları içinde hep birlikte: “Mü’min mü’minin kardeşidir. Aralarındaki sorunları çözünüz, adil davranın belki rahmete kavuşursunuz.” ayetini birlikte okuyorduk. Camiye girerken barış yanlısı olan 5 kişi iken, camiden 17 kişi olarak hep birlikte çıktık. İmanla, her şeyi göze alarak, alay ve eleştirilere kulak asmaksızın.
17 kişi arasında bayramın sonu barış yapıldı. Bir hafta içinde 2 kez genel toplantı yapıldı, tek taraflı ölümler de barışın içine alınmaya başlandı. Daha sonra Ankara'ya gelinde, en son İzmir'e gittim. Arkadaşım Mehmet’e uğradım, gece sohbete başladık, bana “Köylerde ne yaptın anlat” dedi. Anlatmaya başladım” Memleketi genel bir hastalık sarmıştı. Önlemeye çalıştım. Seninki tek taraftır, babanın öldürüldüğü 18 yıl oldu, aktif bir davranışın olmadı, ayrıca şehirde evlendin. Savaşacak halin yok, eğer temsilen hasmınla barışmamış olsaydım, barış tümden bozuluyordu, sorumlusu da sen olacaktın, seni o vicdanı azabından kurtarmak için yokluğunda, iznini almamaksızın senin adına barıştım. Sen bunu kabul etmez isen 5 yıl kabul edeceksin, 5 yıl sonra sizin barışınızı bozarım” dedim, bana büyük bir olgunlukla “ben ordu bozanlık yapmam, insanlar mutlu ise bende bağışladım” dedi.
Vicdan huzuru içinde 38 gün sonra birliğime katıldım. Hakkımda firar işlemini yaptıklarını zannediyordum, komutanlarım yetkileri olmadığı halde yıllık izin vermekle suçumu örttüler.
Barışı korumak yapmak kadar zordur. Barışın korunması için iki temel önlem alınmalıydı;

1-Ardeşen ve Pazar İlçelerinde mevcut olan tüm kan davalarının barış yoluyla bitirilmesi,
Pazar ve Ardeşen'de mevcut olan kan davalarının çözümüne 1971 yılında başlandı ve 20 Mayıs 1973 tarihinde Pazar’da Ali Baba restoranında yapılan genel bir toplantı ile sonuçlandı. Toplantıya o dönemin Rize Valisi'ni davet ettim fakat kendisi gelemedi.
Kaymakam Mustafa Bey'in yanına davet etmek amacıyla gittiğimde bir ara telefonu çaldı. Kaymakam:” Tamam efendim, tamam, yaptırmayacağım” yolunda beyanlarda bulundu. Konuşma bittikten sonra arayanın vali olup olmadığını sorduğumda, “Evet Vali beydir, Sakın toplantıya izin verme, her an büyük olaylar olabilir, dediğini söyledi. Ben de:” Bu olaylar 70 yıl önce Pazar’da meydana geldi, Ardeşen ve Çamlıhemşin’i sardı, bugün burada kan davalarını denize gömeceğiz. Jandarma Kurmay Albay İbrahim Gürsel geliyorlar, eğer gelmeyecekseniz siz üç gün rapor alın, yönetimi üst teğmene bırakın, halk devletini yanında görsün” dedim. Kaymakam, olgun ve güvenilir bir tutumla toplantımıza geldi ve 200 civarında insanı hep beraber ağırladık.

2- Tüm ailelerin çocuklarını aynı sıralarda okuyarak kaynaşmasını sağlayacak, çağdaş ve hümanist felsefe ile eğitim verecek bir lise yapmak
Her iki eserin de temeli tarafımızdan atıldı ve bölge halkının da yardımlarıyla tamamlandı.

Fotoğraflar temsilidir.

Kaynak; Çamlıhemşin Dergisi 2. Sayı Sayfa; 38

Önceki ZİYANDAKİ ZİYA HURŞİT
Sonraki OSMANTAN ERKIR - HAKAN GÜNDAY