KALE KÖÇÜ

Aşağı Kaydırın
ÇAMLIHEMŞİN DERGİ 7.SAYI
  • 57
Yazı Boyutu:
Yazdır

YAYLA ZAMANI

Bahattin Bozkurt

Rize ili Çamlıhemşin ilçesi Kale (Kale i Bala) köyü kadim bir köydür. Geçmişte Yaz ve Kış kalınan, tek geçim kaynağı hayvancılık olan bir köydür. Köyün tarihi ile ilgili bilgileri tarihçilere bırakalım, ama en son 100 yaşında vefat eden amcamın 30 yıl önce söylediği “Biz Kaleliler Horasandan gelmeyiz” bilgisini de aktarmak isterim.
Zaten Tarihçilerde yöre halkından olan Türklerin Oğuz boyundan olduğunu söylerler.

KALE KÖYÜ

Köyümüz 1960 yılına kadar Yaz ve Kış kalınan bir muhtarlıktı. Kışın, bugün için Şebek köprüsünden girdikten sonra ilk yerleşim yeri olan Varoş denilen yere inilir, yazın ise Çiçekli, Merze ve Ortasırt denilen mezralara otlaklara çıkılırdı.
Kale i bala köyü; Varoş, Merze, Ortasırt, Başçayır ve Çiçekliyi kapsayan bölgedir.
Bugünkü yayla anlamında sadece yaz aylarında şenlenen bir yer değildir.
Zaman içinde köylülerimiz Pazar’da sahilde mülk sahibi olarak yerleşmişler ve o yıllardan sonra kışın köyde kalmamaya başlamışlardır.

Genellikle Pazarın Güzelyalı, Kuvakçe, Bulep ve Aptoğlu denilen yerleşim yerlerinde mülk

sahibi olarak yaşamaya başlamışlardır.
İlkbaharda hem kendi inekleri bazen de komşularının inekleri (galeler) ile yaylaya çıkar ve Ekim ayına kadar Kaçkarların verimli meralarında sürülerini yayar ve sonbaharda geri dönüş yaparlardı. Bu süreç Pazara yerleşilmeye başladıktan sonra yani tam 50 yıldır devam etmektedir.
Bu yazımda ilk olarak yaylaya çıkışı sizlere anlatmaya çalışacağım.

KALE KÖÇÜ

İlkbaharın başlarında Kaçkar’ın eteklerinden beyaz örtü çekilmeye başlayınca Kaleliler

Başka bir iletişim yolu olmadığı için sahilden Kaçkar’ın tepelerine hasretle bakarak kavuşma zamanını beklerlerdi.
Bu zaman, yaylada otu olanlar için Nisan başını, olmayanlar için ise nisanın sonunu işaret ederdi.
Yaylaya çıkış üç güzergâh üzerinden ve yaya olarak yapılırdı.
Birincisi; Mevcut otoyol üzerinden Çamlıhemşin’e varış,
İkincisi;  Hemşin tarafı olan Çingit, Tomaslı, Kanlıboğaz üzerinden Çamlıhemşin’e varış,
Üçüncüsü; Üçüncü güzergâh ise Pazar Hemşin’den, Üsküt dağı ve oradan Zilkale güzergahıdır.

Herkes kendine uygun güzergahı seçerek iki gün sürecek yayla yolculuğu serüvenini başlatırdı.

BİZİM GÜZERGâH

Bizim güzergâh yolu, Pazarın eski adı ile yukarı Bulep dediğimiz yerde oturduğumuz için genellikle Kanlıboğaz üzerinden geçerdi.
Yolun tamamı yaya olarak yapılırdı. Zaten o zamanlar araba yolu da ancak Çinçiva dibine kadar gitmekteydi.
O gün yaklaştıkça akşamdan hazırlıklar yapılırdı.
Çocuk olduğumuzdan yeni lastikler ve yeni çoraplar giyilir ve onları giymenin sevinciyle sabah erkenden kalkılırdı.

Hayvanlar süslenir, boğazlarına çıngıraklar takılırdı. Hayvanlar yaylaya gideceklerini ve otlaklarına kavuşacaklarını anlar gibi hiçbir zorluk çıkartmadan istekle yola koyulurlardı.

Atı olanlarda atını yükler ve mersimitte sabahın ilk ışıkları ile son Karadeniz manzarası seyredilip, oradan Çingit’e varılırdı. Tahta evleri gördükçe Hemşin vadisine gelindiği anlaşılırdı.
Yolculuk esnasında hayvanların boynundaki çıngırakların sesleri geçtiğimiz yerlerde ki insanları uyandırır ve ”Kaleliler yollara düştü” laflarının kulaklarımıza kadar gelmesine sebep olurdu.

Çingit’ten sonra Tomaslı’ya geçilerek, Kanlıboğaz dan vadi köylerini seyretmek de ayrı bir zevk verirdi insana. Kanlı boğaz derken aklıma rahmetli Muzaffer Amcanın hikayeleri gelir . Yazın gurbetten gelen Hemşinliler bu yerler çok tenha olduğundan sürekli eşkıyalar tarafından soyulurlarmış, gerçi şimdilerde bu eşkıyalar şehre inmişler değişen pek bir şey yok.
Önümüzdeki sürünün bir an önce yaylaya kavuşma isteği yüzünden fazla seyire dalmamız engellenirdi bir an evvel yola koyulurduk.
Hayvanlar ile kanlı boğazdan sonra Çamlıhemşin’e iniş başlardı. Aşağı Vije köyünün içinden geçtikten sonraki ilk yer kaymakamlık olurdu. Kaymakamlığın karşısında tahta bir otel vardı. Otelin yanında ise Terzilik yapan bizim köylü Davut Albayrak amcanın terzi dükkânı vardı. Kendi oradaysa bir selam verilerek Çamlıhemşin’e geçilirdi.
Çamlıhemşin’in içinden geçerken fırından sıcak ekmek yanına helva alınırdı. Benim gözüm artık onlarda olur ve bir yerde dursak da yesek diye hayıflanırdım.

İlçenin çıkışında sol tarafımızda Ayder deresi biz ise çat vadisine doğru Ham Köprü tarafından yola koyulurduk.
Çamlıhemşin’den sonra Makrevis dibine gelinirken ilk yerleşim yeri olan Karedoğ’a varmadan önce gözümüze ilk olarak taş bir bina gözükürdü. O zamanlar için gördüğümüz en büyük bina gibi gelirdi bize. Burasının zamanının da medrese veya okul olduğunu söylerdi büyüklerimiz
Derken artık Zil kalenin yokuşuna başlanır ve benim içinde araba yolunun son olduğu bölgeye varılırdı. Zil Kale’ye varmadan üstü kalaslarla çevrilmiş köprüden geçmek ayrı bir zevk verirdi insana.

     
 Goluna İspiroğlu Hanı  Mollaveys Ocgedop Mollaosmanoğlu Hanı  Taşköprü Kânlı Hakkı kahvesi bakır kazan


İLK DÜŞÜM YERİ

Eğer zaman geç ve karanlık yaklaşmak üzere ise Mecmun kahvesinde düşüm yapılırdı.
Burada üsküt dağı üzerinden Mollaveis’ten gelen gruplarda karışırdı bizim kafileye, fakat kahvenin önünde at ve katır sayısı fazla ise yola devam edilirdi. Zil kale inişinden sonra tekrar dere boyunca yola koyulunur ve omokta ırmağının karşısındaki yolun sağında omokta kahvesi ve fırını (şimdilerde dere aldığından yoktur) geçilerek artık yorgunluk had safhaya gelmiştir ve bir an evvel çalağanın kahvelerine varmak için devam edilirdi.
Kahvelerden önce Kızıl ağaçların son görüldüğü büyük bir kızılağaç ormanlığından geçilirdi.

ÇALAĞANIN KAHVESİ

Çalağan’ın kahvelerine geldiğimizde genelde biz ilerdeki çalağan kahvesinde düşüm yapardık. Kahvenin etrafında hayvanların otlaması için düzlüklerin olması bizim içinde uygun bir ortam oluştururdu. Çalağan’ın hanları karşılıklı iki adet ahşaptan yapıydı. O Hanlar, zamanının lüks otelleri gibiydi. Babam sahibi ile samimi olduğundan genelde dere tarafındaki handa kalırdı. Hanların önünde zaten atların bağlanacağı yer bile olmazdı.
Diğer gelenler ile birlikte ortalık sanki bir şenlik yeri gibi olurdu. Karşılıklı yüksek seslerle konuşmak ve çocuk olarak onları dinlemek ayrı bir duyguydu o zamanlar. Akşam olunca atların tayları indirilir. Kahvenin bir köşesine yerleştirilirdi.

Genelde sobaya yakın yer tercih edilirdi. Ancak kahveci sobayı yakarsa ısınılırdı. Derler ki kahveciye, sobanın içine yanıyor diye izlenim vermek için fener koymuş, insanlar üşüyoruz deyince “yanıyor ya!” dermiş kimsede itiraz etmezmiş ama olay ortaya çıkınca artık yolcular sobayı yakar kahveciye bırakmazlardı. Ayağımızdaki yün ıslanmış çorapları kurusunlar da sabah kuru kuru giyelim diye sobaya asardık ve Sobanın yanına kıvrılırdık

Azıklar açılır akşam yemeği yenir, kahvecinin verdiği 1 bardak istikan çay ise sofranın en kıymetlisidir. Genelde kalanlar tanıdık olduğundan azıklar ortaklaşa yenir. Parası olanlar yukarıda yatakta, olmayanlar kanepede kıvrılır dururdu.

Yorgunluktan zaten hemen uykuya dalarsın ama sohbetler gece yarılarına kadar devam ederdi.

Anlatılan hikayeleri dinlemek çok hoşumuza giderdi ama yorgunluktan uykuya dalardık. Ertesi sabah fazla acelemiz olmazdı ve kahvaltıdan sonra yola çıkılırdı.

Hanlarda kalınmanın en karlısı han sahipleri olurdu çünkü akşam ve sabahki ineklerin sütü hancıya bırakılırdı. Çalağan kahvelerinin yokuşunu çıkarken sağ tarafta bulunan çifte olukların suyu meşhurdu sabah sabah kana kana bu sudan içer yola koyulurduk.
Derken şimşirlik ormanına gelinirdi. Günümüzde Unesco tarafından en yaşlı şimşir ormanı ilan edilen bu alandaki şimşir ağaçları maalesef bugünlerde virüs hastalığı ile karşı karşıya kalmıştır.
Buradan sonra gelen mekân Meydandır.  Meydan derken aile dostu Salihoğlularını hatırlamamak mümkün değildir bu arada Meydanın balından övgü ile bahsedilirdi o yıllarda. Gerçekte bu bölgenin balının kalitesinin araştırılması gerekiyor aslında. Çünkü kalite olarak Anzer balından daha kaliteli diyebiliriz ama markayı Anzerliler kapmış.
Meydanı geçerken yolun sağ ve solundaki büyük ceviz ağaçları dikkatimizi çekerdi
Meydanı geçtikten sonra Kara reşit ırmağı geçilirdi. Kara reşit ırmağının yaz başlarında debisi artar ve geçilmesi güçleşirdi. Bazen bir iki ineğin dereye sürüklendiği söylenirdi. Burayı geçtikten sonra aşağıda çay kahvesi görünürdü. Kahvenin önünde Haçapitli Bahattin tüm ihtişamı ile oturmaktadır. Güler yüzlü ve kalın sesi ile “Hoş geldiniz Kaleliler” der ve selamını verirdi.
Kahveci aslında bizlerin gelmesine çok sevinirdi çünkü 4 ay için en iyi müşterileri Kalelilerdi zaten. Kahvecide beş altı ay insan görmemiş olurdu bu sebeple ufak hasbihalden sonra tekrar yola koyulur yukarı çat çıkışında Mafratoğlu’na selam verilerek Elevit deresi solumuzda kalacak şekilde yola devam edilirdi. Belki de bu yüzden Elevit hep aklımda kalan bir yayladır.
Sol tarafta Mafratoğlu’nun kahvesi ve kalın sesi ile “hoş geldiniz Kaleliler” diye selamlaması dere sesini boğarak duyulurdu. Yukarı çatta ayrıca Bilaloğlu’na selam vermeden geçilmezdi çünkü yaylada mera komşumuzdu genellikle onların inekleri bizim tarafa geçer bizde taşlardık o zamanlar şimdilerde ise o meralar bomboş kalmış
Çat’ı geçince cevizli tahta köprüden karşıya geçilir köprünün girişindeki ceviz ağacından almıştı adını. Oradan tekrar solu mağara olacak şekilde başka bir köprü ile karşıya geçilirdi. Köprüler iki ağaç üzerinde tahtalar çakılarak yapılırdı. Yaz başı çoğu zaman dereler üzerindeki bu köprüler, 3 pare köy Hemşin, Kale ve karşı köylerindekiler tarafından imece usulü ile onarılırdı.
Sulu mağaranın önünde soğuk sudan içmek hele hele yanında varsa tereleri toplamak büyük keyifti. Sonra yola devam edilirdi.
Artık zor bir güzergaha geçilirdi. Elma oluğu denilen bölge en zor bölgeydi orası bitince artık Varoşa gelmiş sayılırdık.
Elma oluğu yolu meşakkatli bir yoldu. Önce dereden rampa ile çıkılır. Bu çıkış zor bir güzergahtır. Öyle zordur ki Atlar tay olmasın diye kuyruğundan tutardık. Hayvanda sanki kendini güvende zannederek dik ve dar yollardan yükünü değdirmeden giderdi. Bu arada atın bastığı sular üstüne sıçrar ve üstü ıslak ve kirli su olurdu ama kuyruğu hiç bırakmazdık. Bu güzergâhta her yıl en az 1-2 atın yükü ile birlikte uçuruma yuvarlandığı hikâyelerini ise yol boyunca dinlerdik.
Bu güzergâhta bizim için heyecan verici bir yer vardı. Adına Cennet-Cehennem taşı derlerdi. Yol üzerinde tırmanma tamamlanıp aykırı yola girdikten sonra yolun sağında 10- 15 metre genişliğinde dik bir taşla karşılaşılırdı. Taşın 1-2 metre yüksekliğinde yarım ayağın sığacağı şekilde ince bir yol bulunurdu. Bu yola Cennet-Cehennem yolu denirdi. Büyüklerimiz eğer düşmeden bu duvar yolu tamamlarsan cennet, düşersen cehenneme gidersin derdiler. Bizim için çocuk parkında eğlenmek gibi bir şeydi. Birkaç defa bu taşlardan geçmeye çalışırdık ama çoğu defa düşerdik. Sonuçta kafile ilerde kalınca koşarak onlara yetişirdik. Daha sonra inişe geçilerek yaya gidilen yolun en zor güzergâhı tamamlanırdı.
Tekrar dere kenarı Ziğırtmak ırmağının karşısına inildikten sonra artık Varoş görünmeye başlardı. Mutlaka Zohçur suyundan içilirdi. Zohçur ırmağı geçilirken yol kenarında bulunan mezara dua edilerek yola devam edilirdi. Yaşamın olmadığı bu yerde mezarın ne işi var diye sorardık büyüklerimize. Mezarın hikayesi ise çok acıklıydı; (benim bildiğim) Hemşin 3 para köyden bir kadın ineklerini köprüden geçirirken dereye düşer boğulur. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla Haçabit’li Haberal sülalesinden olan bu mezara dua ederdik O zamanın şartları zor. Kış ve kardan dolayı kadını hemen orada defnetmişler. Allah gani gani rahmet eylesin.
Buradan sonra Ayazma ırmağı gelir arkasından Şebek düzü. Artık Hemşin 3 para köyün yol ayrımına gelmişizdir. Bize yolda eşlik eden bazı kafileler Hemşin köylerine giderken bizlerde Varoşun yokuşuna tırmanır karşılıklı bağrışmalar, sesler ve selamlaşma ile nihayet Varoşun düzlerine varırdık.

İneklerin, miyar dediğimiz kar kalkmış yerlerdeki taze otları neşe ile otlamaları, varoşun düzlerinde çınlakların çınlaması, köye şenlik geldiğinin işaretidir. Onlar otlarken bizlerinde evlere yerleşme telaşı, tandırın ocağın yakılma işleri başlardı.
Bizi hemen suya gönderirlerdi. Bizde bir an evvel tandırın yakılarak sıcak tandıra girme hevesiyle içme suyunu Kukmalarla getirirdik eve.
İki gün bir gece süren yorucu seyahatten sonra artık 5 ay sürecek yayla serüveni başlardı. Dudaklarda ise bu türkü dökülürdü;

Ey yarabbi çok şükür da,

Yine geldik varoşa,

Bu yazım ile bu serüveni yaşamadıkları için Şimdiki gençlerin dedelerinin ne kadar zor şartlarda yaşam mücadelesi verdiklerini ve geçmişi unutmamalarını hatırlatmak istedim.

Kaynak: Çamlıhemşin Dergisi 7. sayı Sayfa; 59

Önceki Kaçkarın Kalesi KALE-İ BALA
Sonraki En Seri Büyüyen İşletmelerimizden Birisi “BİG BAKER”