CEMAL GÜLAS İLE ATALARIN İZİNDEN ASA GEZİSİ...

Aşağı Kaydırın
ÇAMLIHEMŞİN DERGİ 6.SAYI
  • 151
Yazı Boyutu:
Yazdır

CEMAL GÜLAS İLE ATALARIN İZİNDEN ASYA GEZİSİ…

Şule GEDİK ALBAYRAK (Kayıttan çözümleme)

Cemal Gülas, Onu buralarda tanımayan yaptıklarıyla ne kadar farklı bir insan olduğunu bilmeyen yok gibidir. Son olarak annesi avcılar tarafından öldürüldüğü için yalnız kalan ve büyüdükçe çevreye zarar verebileceği düşüncesiyle Bursa’ya gönderilecekken sahiplendiği 3 aylık bir yavru ayı olan DATVİ ile Türkiye gündemine konu olmuş böylece yalnız bölge halkı değil tüm Türkiye de onu tanımaya başlamıştı.

Ben ise, onun Rusya’da mezarı bulunan dedesinin hikâyesini ve 29 ay kadar kaldığı Asya ziyaretini kendi ağzından dinlemek istiyordum. Uzun bekleyişler sonunda nihayet kendisini Çamlıhemşin’de bulunan evinde ziyaret etme imkânı buldum.


Cemal’in Evi ve Köpeği “Malinki

Fırtına Vadisi ile Hemşin Vadisi arasında kalan dağların tepelerinde, eskiden kısmen düzlük ve otlak, mezra olarak kullanılan yerler varmış. Bu yerlere sonradan o mezraları kullanan köylerden bazı aileler kalıcı olarak yerleşmişler ve oraları yerleşim yeri haline getirmişler. Gülas sülalesi de yaklaşık 300 yıl kadar evvel, yaşamakta oldukları Makrevis Köyü’nden göçerek bu mezraya yerleşmişti. Yaşadıkları yere Makrevis Köyü’nde (Konaklar Mahallesi) yaşadıkları yer olan Pogina Mahallesi isminden esinlenerek Pogina denmiş.
Diğer mezralara göçen Aşağı ve Yukarı Vijeliler de (Çamlıca) yerleştikleri köylere Tumaslı ve Ovaklı demişler. Köyler eskiden kendi adları ile çağrılırlarmış. Fakat günümüzde muhtarlaşan bu üç köyün tamamına Boğaziçi Köyü denilmektedir. Boğaziçi’ne gidebilmek için Aşağı Çamlıca üzerinden geçip Kanlı Boğaz mevkiini aşmanız gerekmektedir. Kanlı Boğaz’dan sonra sözünü ettiğimiz bu köyler karşınıza çıkar. İşte ben bugün yanım da Hakan Dikbıyık’la beraber tüm bu köylerden geçip Pogina’ya yani Cemal’in evine gidiyorum.

Cemal’in evi köyün tüm manzarasına hâkim yüksekçe bir yerde idi. Bu ilk ziyaretim değildi daha önce de kendisini ziyaret etme imkânım olmuştu. Evine vardığımızda onu bahçede yine bir şeylerle uğraşır vaziyette bulduk. Kendisini beklememiz için evin bahçesinde bulunan koltukları işaret ederek orada kendisini beklerken dinlenebileceğimizi ve işi bitince yanımıza geleceğini söyledi. Bunu söylerken bahçede bulunan köpeğinden hiç bahsetmemişti.


Asya dan yanlış hatırlamıyorsam Sibirya Baykal taraflarından getirmiş köpeğini. Adı Malinki… Ben ki köpekten korkmayan ve evde 50 kiloluk bir Dogo besleyen bir adamım Dogo’nun yarısında, ufak, 15- 20 kiloluk bir canavar olan Malinki, bizi resmen oturduğumuz o koltuğa mıhladı. Bir metre uzağımda duruyor ve ne zaman kıpırdasam paçama atlıyor asla nefes aldırmıyordu. Hakan bir ara içeri gideyim diye hareket edince bir diş yedi. Böyle korkunç bir yaratıkmış gibi anlattığıma bakmayın yalnız değildim. Cemal’i ziyaretten sonra kardeşi Ahmet’i arayıp henüz köpek lafı ağzımdan çıkarken “Allah onun belasını vermesin. Köyde adam bırakmadı” diye serzenişini duyunca bir nebze rahatladım.

Bu arada biz bahçede otururken enteresan kuş sesleri gelmeye başladı. Bir ara tavus kuşu sesleri gelmeye başlayınca “Hadi canım sende!” dedim kendi kendime. Sonra Tavus kuşunu o azametiyle görünce resmen büyülendim. Cemal geldikten sonra bahçesinde beslediği yabani kuş türlerinden bahsedince tavus kuşunun bile diğerlerinin yanında çok ufak bir örnek kaldığını anladım


 

Bahçedeki kısa maceramızdan sonra Cemal’le, onun hikâyesini konuşmaya başladık. Kendi hikâyesini onun ağzından aktarırken Asya gezisini daha çok görsellerle vermeye çalıştım. Umarım benim dinlerken aldığım zevki sizler de okurken alırsınız.

 


 

Dedesinin Hikayesi…

Dedemin abisi Avadan Habip Ali, Bolşevik İhtilali sonrası gurbetçi olarak gitmiş olduğu Rusya’dan dönemiyor ve orada kapalı kalıyor.  Biz dedemden bir daha haber alamadık. İrtibat tamamen kopmuş. Yaşadığıyla ilgili hep bir umut vardı ama nerede olduğunu, hayattaysa neden irtibat kuramadığımızı bilmiyorduk.  Düşün ki abisi sağ, annesi sağ, kardeşleri sağ ve bu adam kayıp. Ne oldu acaba? soruları bizim evde hep soruluyordu. Ne de olsa akıbetini bilmediğin kişinin yarası hiç kapanmıyor. En son köylüsü Andun İsmail dedeye 1.000 altın veriyor Habip Ali “Ben gelemem ama sen bunu anneme verirsin” diyor. İsmail amca ile karısıyla çektirdiği fotoğraflarını gönderiyor. Bu sıralarda ihtilal oluyor ve bir daha kendisinden haber alınamıyor.

   

 

Bir gün adeta bir mucize oldu ve tesadüfen kendisinden haber alabildik. Ben buraya evi taşıyınca interneti yeni bağlatmıştım o zaman her yerde internet yok. Köylüler de eve gelip e-maillerine falan bende bakıyorlardı. Avadan Nuhata abi var. Bir gün o gelip “Maillerime bakabilir miyim?” diye ricada bulundu. Ne demek dedim. Bilgisayarı açtım ama ben Mac kullandığım için kullanamazlar diye mecburen bende bilgisayarın başında kaldım. Bilgisayarı açtım. Maillerine baktı. “Bir de Facebook’a bakabilir miyim?” diye sordu. O zamanlar Facebook da yeni çıkmış.  Açtım facebooku, şifresini girdi ve sayfası açıldı. Ama açılır açılmaz ona bir mesaj geldi. Bu ne yahu derken bende hemen yanında olduğum için beraberce mesaja baktık. Mesajda aynen şöyle yazıyordu. “Merhaba. Ben Ali Avadan. “Trabzon ili, Hemşin kazasından, Ali Avadanın torunuyum. Eğer siz dedemi tanıyor ve akrabaysanız mesajıma cevap verir misiniz?”

Bu mesaj herkesin umudu kestiği dedemden yıllar sonra aldığım ilk mesajdı. Ben o heyecanla hemen cevabı yazmaya başladım. Hatta Nuhata abi de şaşırdı. “Ne yapıyorsun?” dedi. Abi dur dedim. Ben “Senin dedenin adı Habip Ali Gülas mı?” diye sordum. O da “Hayır, Ali Avadan.” dedi. Benim bilgisayarda Habip Ali dedemin bir fotoğrafı vardı. Hemen o siyah beyaz fotoğrafı buldum ve net gözükebilsin diye sadece onun gözüktüğü kısmı kopyalayıp ona gönderdim. “Deden bu mu?” diye sordum. O da fotoğrafın tamamını bana “Eşi de bu!” diye bize geri gönderince evde bir tufan koptu. Ağlayanlar mı istersin, hayretle başını sallayanlar mı istersin her şey vardı.

Dedem: Habib Ali Gülas

Burada bizim bir komşumuz ve dedemin yakın bir arkadaşı vardı, Ali Avadan adında. Dedem giderken onun pasaportu ile gidiyor. O zamanlar herkes de pasaport yok. Biri çıkartmış herkes onun kimliğiyle gidiyor. Kapılar kapanıp dedem orada kalınca mecburen Habip Ali olarak değil de Ali Avadan olarak orada kalmış. Bütün işleri ve kayıtları da Ali Avadan olarak geçiyormuş. Seneler sonra torunları da onu Ali Avadan olarak arıyorlarmış. 

Bu arada bayrama 2 gün vardı ve bütün sülale köydeydi.  Köy geçti birbirine. Direk telefonlar devreye girdi. Aradım ve dedim ki, “Gelip seni alıyoruz.” zaten önümüz bayram. O da “Biz Geliyoruz!” dedi. Hemen ne zaman geleceğini öğrendim ve Hopa Gümrüğüne gittim.
Gümrük de bir arkadaşım vardı. Ona durumu izah ettim. O da çok heyecanlandı ve “Sen onu gümrüksüz sahada bana göster ben onu alıp getireyim.” dedi ama hiç görmemişim, nasıl bir şey bilmiyorum ki. Bayram olduğu için de gümrükte anormal bir sirkülasyon var.
Gözlerim gümrüksüz sahada dikkatle inen yolculara bakıyorum. Yolcular otobüsten tek tek inmeye başladı. (Burada hıçkırıklar birbirine karışıyor.)

Birisi inerken çok kötü oldum. Bu kadar benzemek olur.  Sanki fotoğraflarından artık iyice tanıdığım dedem iniyor. Bu kadar mı benzerler. Hemen işaret ettim gidip aldılar. “Nasıl tanıdın?” dediler. Dedemin fotoğrafını gösterdim, aynı o. Hani bazen insanın anlatamadığı ifadeler vardır ya işte öyle bir an yaşadık. Biz konunun bir tarafını biliyoruz. O bizim bilmediğimiz diğer tarafını biliyor ve ortada buluşuyorsunuz. Bu sürgünü yaşayan insanlar artık yok ama o yaşayan insanları tanıyanlar var. Bu konu aslında tam filmlik bir konu. Düşünsene nokta halası var ve diğer birçok konu var.  Bunlar tam filmlik konular. Tabi bizler de hemen dedemin topraklarını ve mezarını ziyaret ettik.

Dedem Habib Ali Gülas; Kırım Aloşta’da mahkemede hâkim. Karısı Tatar.
Stalin bir gece bütün Tatarları sürüyor. Eşi de onların içinde. O da eşinin peşinden gidiyor ve Kazakistan’ın bir sürgün kampı olan Karlak taraflarında buluyor eşini. Oradan Azerbaycan’ın Gence şehrine getiriyor. Karısının dayısı oradaymış ve yetkili birisiymiş. Onun yanına geliyorlar. Tamamen irtibatı kaybettiğimiz Habib Ali dedem, 1967 yılında orada ölüyor ve toprağa veriliyor. Biz yıllarca hiç haber alamadık.

Rusya Gezisinin Ortaya Çıkışı…

Dedem ve Rusya’da daha sonra rastladığı Hemşinliler benim bu bölgeleri gezme planımın temelini oluşturdu. Asya Kıtası’na zaten ilgi duymaktaydım. Aleksandr Soljenitsin’in Gulak Takım Adaları kitabını tam 5 kere okumuştum. Oradaki Sibirya hikâyeleri ve Asya’nın medeniyetten uzak, yaygın geniş coğrafyası zaten yoğun ilgimi çekerdi.  Dedemin abisinin Sibirya’da denize raylar döşediği hikâyesini duyduğumda, Sibirya’yı ve Asya’nın o çorak ve uçsuz bucaksız steplerini çok merak ettim. Türk tarihi hakikaten enteresan ve araştırılmaya muhtaç. Benim bu projem de biraz bu sebeple gelişti. Her ne kadar projemin adı ASIA EXPEDITION olsa da ben orada daha ziyade Türk devletlerinin izinden gittim.


Araç Temini…

Seyahatin en önemli kısmı araç teminiydi. Aracımız her türlü ihtiyacımıza cevap verecek şekilde özel olarak tasarlanmıştı. Ona kamyon veya araç demek de doğru değil çünkü o tam bir iş makinesiydi. Piyasada bulunabilecek bir araç değildi. Tamamen ihtiyaca göre özel tasarlanmış bir araçtı. Konaklama da dahil, iletişim, navigasyon tamamen orada yapılıyordu. Düşün ki seyahat boyunca uydudan hiç kopmadık. İnternetimiz hep açıktı. Canım sıkılınca Türkiye ile canlı görüşüyordum. Çünkü aracın nerede olduğu önemli değildi. Ayrıca aracın donanımı da çok iyiydi. Arazi kabiliyeti mükemmeldi. Seyahat 29 ay sürdü. Biz 80.000 Km deyip yuvarlıyoruz ama daha fazla yaklaşık 82.000 km yol gittik ve bunun sadece 20.000 kilometresini araba yolundan gittik. Diğerleri yol olmadığından arazide yapılmış olan kilometrelerdi. Bu sebeple aracımızın her türlü donanıma sahip olması gerekiyordu çünkü yapmış olduğumuz çekimleri ve diğer aktarımların tamamını yani internet de dahil bütün işimizi araç da bitirmemiz gerekiyordu. Tabi aynı zamanda geceyi de araçta geçiriyorduk. Kabini biz tasarladık. İçerisini tamamen biz organize ettik. Elbette aracın bu kadar komplike olmasının yan etkileri de vardı. Çünkü bazı gümrüklerden geçişlerde sorun yaşadık. Adamlar nasıl bir araç olduğunu anlayamıyorlardı. Ama bütün işimizi gören ve tamamen benim istediğim gibi tasarlanmış bir araçtı.

 Gezinin Ayrıntıları…

İlk olarak Gürcistan'dan yola çıktık, Kuzeyde gidebildiğimiz yere kadar gittik. Sonra ana giriş için vizeler hazırlanırken bir uçak düştü.  Rus uçağı düşürüldüğü zaman aracı Moğolistan’a zor kaçırdık ama 9 ay Moğolistan’da rehin kaldık. Moğolistan’da gitmediğimiz yer kalmadı. Oradan Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan’ın bir bölümünü gezdik. Şöyle söyleyeyim oralarda görmediğimiz yer kalmadı.  Rusya taraflarında, yukarıya doğru Aral Gölü ve etrafındaki cumhuriyetleri gezdik.  Elimizde çok ciddi bir doküman oluştu. Bir zamanlar İpek Yolu diye bir belgesel vardı. İpek Yolu Belgeseli bizim gezinin yanında çocuk kalır.

Türk devletleriyle çok çalıştık ama maalesef yayınlamakla ilgili sıkıntımız var. Düşünsenize biz oradaki Türkleri çekik gözlü fala düşünüyoruz ama öyle değiller. Mesela mavi gözlü, sarışın, hafif çekik gözlü Türklerle tanıştık. Nasıl olur diyorsun ama varlar. Bizim Hemşinlilerin nasıl olup da sürgüne gittiklerine çok şaşırmıştım.  Hopa’dan, Çayeli’nden adamlara Kırgızistan’da rastladım. Hemşinlilerin Kırgızistan tarafına sürgün gittiklerini ve orada ikiye bölündüklerini ve bir kısmının Tacikistan’a geçtiğini anlattılar. Bunlar bayağı bizim gibi tulum çalıp horon oynuyorlar. Hem de tam bizim eski zaman, çardahlar da oynandığı horonu oynuyorlar. Hepsi Müslüman. Sürgün olduklarını anlattılar. Bir kadın vardı sanırsın ki bizim yukarı ki meydandan gitme. Şivede en ufak bir fark yoktu

Birçok yerde Türkler, bizlerden iyi Türkçe konuşuyorlar ve çok eskiler.  Müslüman olmadan evvel de varlar oralarda.  Kimi Yahudi, kimi Hristiyan her dinden ve ırktan insan var. Her yerde aynı kaya resimlerine, aynı damgalara rastlamak mümkün.  Hakkâri’deki bir damgayı takip ederek ta İzlanda’ya kadar gidilebiliyor.  İnsan seyahat halindeyken memleket duygusu her halde kayboluyor.  Düşünsene göçebe hayatı yaşıyorlar. Her gün farklı bir yerde konaklıyorlar. O zaman insan bir arayış içerisinde olamıyor herhalde. 

Seyahat 29 ay sürdü. Araç hep oradaydı ama biz bazen işimiz oldukça gidip geliyorduk. Vizelerle uğraşıyorsun, çekimlerle uğraşıyorsun. Önce 8 kişi vardı sonra bu sayı azaldı ve en son araç ta sabit iki kişi kaldık ve bir de çekim yapmak için gidip gelen bir arkadaş. Hele hele kışı tamamen iki kişi ile geçirdik.


Bir uçak kazasından dolayı Moğolistan da 9 ay rehin kaldık. Biz çıkıyoruz ama aracı çıkaramıyoruz. 12 tonluk dev, resmi plakalı bir araç. Sağ olsun Rus büyükelçisi Karlov’un bize çok büyük faydası oldu. Bizi uğurlayanlar arasında vardı ve orada da çok faydası oldu. Bize ilk 7 gün geçiş izni verdi ve o kapılara da yazı yazıp geleceğimizi bildirdi. Düşünsene aracı oralarda bir incelemeye alsalar bir daha toparlanma imkânı olmazdı. Bütün bunlara rağmen kapılardan birisini de 27.000 Dolar rüşvet vererek ancak geçebildik. Bazı kapılarda adamlar kafayı yiyorlardı siz buralara nasıl geçip de gelebildiniz diye. Altı kez gözaltına alındık. Saatlerce sorgulandık. 10-11 saat sorgulandığımız oldu.

   

Bir seferinde biz de kaşındık. Tuğa tarafında 7-8 bölge var ve hepsi için izin almamız gerekiyordu. Sonra dediler ki bir bölge daha var Çin sınırında, giderken anlayamazsınız o bölgeye izin vermiyoruz. Zaten tabelalarla da uyarıyoruz dediler. Orasının çok özel bir izni var. Oraya girmeyin dediler. Bizde o bölgede giderken yoldan gitmediğimiz için tabelaları görmedik ve atladık. Biz Çin sınırına girmişiz. Bir dağ silsilesi olmasa belki de Çin’e devam edeceğiz.
Dağ silsilesi, gidiş rotamızda güneyi kapatıyordu.  Biz düz gittik ve orada bir göl vardı. Biz de kendimizce diyoruz ki gölün öbür tarafı herhalde Çin. Bir yerlerden açık arazide bir yola düştük. Yolda araç izleri vardı. Meğerse onlar askeri devriye araçlarının izleriymiş. Bir anda arkamızdan önümüzden araçlar gelmeye başladı. Silahlı bir sürü asker indi ve bizi indirdiler. Rus devriyeleriydi. Allahtan Çin sınırına girememişiz yoksa durumumuz ne olurdu bilmiyorum.

Biz 3 kişiydik ve şaşkın turist ayağındaydık. Burada ne arıyorsunuz diye sordular.
Orada gerçi aramızda İngilizce ve ufak tefek Rusça da biliniyordu ama daha ziyade Türkçe konuşuyorduk. Orası zaten bir Türk devletiydi. Gelenler önce silahları bize doğrulttular ama Türk bayrağını görünce ne yapacaklarını şaşırdılar. Adam bize direkt olarak “Türk müsünüz?” dedi. Evet cevabını alınca Sonra “Burada ne arıyorsunuz?” dedi. Önceki stres bu cevaptan sonra iki taraf içinde ortadan kalktı. İzinlerimizi sordular, var dedik ve gösterdik. Fakat bir türlü o yola nereden geldiğimizi çıkartamadılar. Sürekli olarak oraya nereden gelmiş olabileceğimizi sorguladılar. Neyse askeri araçlar etrafımızı çevirmiş bir halde gölün kıyısındaki o şehre gittik.

 

     

Her şeyimizi alıp bizi bir yerde beklemeye aldılar. Sonra iyi Türkçe konuşan yüzbaşı ayarından bir subay geldi. Sonra da bir binbaşı geldi. Ama bu Rus askeriydi. Adam İngilizce öğretmeniymiş. Önce diğerlerini sorguya aldılar sonra da beni aldılar ama adam çok hoşsohbet bir adamdı. Sonra adamlarını çağırdı ve bize bir ceza yazdılar 500 Ruble kadar ama hemen bankadan da yatırmamız gerekiyordu, çünkü bankalar kapanmak üzereydi. Bu şekilde 24 saat izin verdiler.

     

İşler bittikten sonra da subay bana “Akşam ben o gölün bir yerinde balığa gideceğim. İstersen gel orada sohbet de ederiz” dedi. Güzel bir maceraydı. Sonra dönüşe geçtik. Aracı Ulanbatur’da elçiliğe bıraktık ve biz oradaki özerk bir bölgenin izinleri için koşturmaya başladık. Bizim Avustralya’da bir partnerimiz vardı. Tüm seyahatimizi o da takip ediyordu. Bizim ne tip problemlerimiz olursa o yardımcı oluyordu. İzinlerimizi aldık. Sabah uçağımız var Ulanbatur’a ve o sabah uçak düştü. On beş gün kadar daha bekledik izinler açılır diye ama açılmadı. Araç da elçiliğin bahçesinde duruyordu.  Bu kadar süreceğini de bilemediğimiz için hazırlıklı değildik. Isı birkaç gün için de -20 derecelere kadar düşmüş. Biz döndüğümüz de araç tamamen buz tutmuştu. Aracı tekrar seyahat eder duruma getirmek 1 haftamızı aldı.
Bizlerde mecburen 9 ay Moğolistan’da kaldık. Ama iyi ki kalmışız çünkü çok güzel yerler vardı.

Dönüşte Afganistan’da Rus mayınlarıyla ilgili biraz sıkıntımız oldu ve birkaç kere de ufak tefek problemler yaşayarak dönüşe geçtik. Bütün bölgede Türk kelimesinin bir önemi var. Özbekistan’da bir Türk’e ne hayır diyebiliyorlar ne evet. Tacikistan kadar temiz düzenli bir ülke görmedim bir tek çöp bile yok. Toprak tabanlı evlerde yaşıyorlar ama tek toz yok. En güzel kızlar Tacikistan’da… Kafkasya’da başka bir ülkede olduğunun duygusuna kapılamıyorsun. Genç kuşak Rusça bilmiyor tam tersi eskiler konuşuyor.

 

     

Kurgan ve Kaya resimleri üzerine de çok yoğunlaştık. Mecburen yoğunlaşıyorduk çünkü çok var. Binlerce demek bile hakaret sayılır çünkü milyonlarca var. Nasıl bir şeydir anlamakta zorlanıyorum. Moğolistan’da Çin sınırına yakın Orgi diye bir yere geldik. Bir dağ 30 kilometre boyunca figür dolu.  Figürleri bir görsen geyik, boğa resimleri nasıl değişik figürler. Nasıl güzel ve canlı figürlerdi görmek lazım.

     

80 bin km yol, 8 ülke ve 29 ay süren bu yolculuğun sonunda hasretlerim, başladığım yerin çok önünde, meraklarım ise gemlenemez halde. Bu kadar büyük bir coğrafyada, mensup olduğum halkın, binlerce yıldır sürdürdüğü hayatlardan geriye kalan izler ile yüzleşmek, sorularıma sorular eklemeye devam etti.

Bir gün ülkemin, benim görüp kayıt altına aldıklarımı öğrenerek, ilgisini bu alanlara çevirmesini umarak, insan ömründe bir kez yapabileceği böyle bir yolculuğu gerçekleştirmiş olmanın yorgunluğuyla, kendi derin sessizliğimde inime döndüm.

Seçil buradaki görsellerimizi bir sıraya göre dizerken, ben de böyle bir seyahati gerçekleştirdiğime asla inanmayacağım, derin bir rüyadan uyanmış gibi hissediyorum. Ancak Malinki’nin inkâr edilemez varlığı, bu yolculuğun tek gerçek kanıtı olarak, her gün bana “Sen bu yollardan geldin.” demeye devam ediyor.  Bense tüm bu zahmetin ve dönmemek üzere çıkılan yolculuğun bir tek sebebi olduğuna inanıyorum.  Malinki’yi kurtarmak…

Bütün bunları yapıyorsun, uğraşıyorsun ama burada 300 senelik dedemin evini yaptım diye beni mahkemeye vermişler. Mahkeme beni 5 ay mahkûm etmiş.

Başka ne diyeyim…


Kaynak; Çamlıhemşin Dergisi 6. Sayı Sayfa; 33

Önceki GURBET TAŞIYICILARI
Sonraki BÖLGE TARİHÇİMİZ MURAT ÜMİT HİÇYILMAZ