Üç Nesil Tulumcu Aile

Aşağı Kaydırın
TULUM, TULUMCU,HORON VE TÜRKÜ
  • 58
Yazı Boyutu:
Yazdır

ÜÇ NESİL TULUMCU AİLE

O bir efsaneydi, Onu dinlemek bir ayrıcalıktı, Hala gelmiş geçmiş en büyük tulumcu olduğu kulaktan kulağa fısıldanmaktadır.

Çocukluğumda babam sayesinde bolca dinleme ayrıcalığına ulaştığım biriydi Garip veya yöredeki adıyla Karip.

Bir Ankara ziyaretinde makaralı teybe kayıt edilen tulumunun sesi, kısa türküleri ve tulum çalarken ritim tutan ayak sesleri hala kulaklarımdadır.

Kendi oğlunun deyimiyle “Bu kadar zamandır tulum çalarım ama hala babamın girişini yapamam” dediği Garip, yani Mustafa Taşer’i araştırdık sizler için;

Garip kimdir ve nasıl garip olmuştur.

Garibin çocuklarından Varol Taşer ve Kamer Gülas’ı, torunlarından ise Behçet Gülas ve Tahir Taşer’i sizler için bir araya getirdik ve hem Garibi hem de Tulumu konuştuk.

Kimdir Garip..!

Bölgesel bir efsane haline gelmiş olan Garip veya yöresel adı ile Karip, Sibirya’ da 1318 (Miladi 1901) yılında doğmuş ve 1987 yılında 86 yaşında iken rahmetli olmuştur.

Karipler lakabıyla anılan ailesi, Çamlıhemşine bağlı Aşağı Şimşirli mahallesinin

Citne bölümündendir.

      

Tüm Hemşinliler gibi, babası Hüseyin ve diğer 2 amcası da Rusya ya gurbete gitmişlerdir.

Amcaları bir daha geri dönmemişler ve Rusya da vefat etmişlerdir.

Baba Hüseyin, Sibirya da bir rus kızı olan Garibin annesi Nurka ile evlenmiştir.

Hüseyin ve Nurka çiftinin 2 çocukları olmuş. Bunlardan erkek olanına Tahir, kız olanına ise Bibinur isimlerini vermişler.

Rusya da ki siyasi gelişmeler ve adım adım yaklaşan ihtilal, baba Hüseyin i zor kararlar alma aşamasına getirmiştir. Rusya da oldukça iyi bir gelire ve refah seviyesine sahip olan baba Hüseyin,  gelişmeler karşısında çocuklarını güvenceye almak için Çamlıhemşin e tekrar geri dönme kararı almaya çalışmakta fakat anne Nurka bu konuya yanaşmamaktadır. Rusya da ki gelişmeler karşısında baba Hüseyin, 7 yaşındaki oğlu Tahir i yanına alır ve Türkiye ye kaçırır.

Tahir in annesini ve kız kardeşini son görüşüdür bu ve bir daha hiç görüşemezler.

Baba oğul Çamlıhemşin e geri dönebilmek için şimdiki Pazar ilçesine (Atina) inerler. O zaman eşkıyalar yollarda insanları soyarlarmış. Pazar ilçesinde, baba Hüseyin eşkıyaların olmadıgı bir yoldan köyüne gidebilmek için bir arkadaşını yanına alır ve Lamğo  yoluna gelirler. Pazar’dan Çamlıhemşine gidişte tek geçit olan Kanlıboğaza gelmeden arkadaşı geri döner. Kanlıboğaza gelince eşkıyalar tüfeklerini uzatıp etraflarını sararlar.

Baba Hüseyin in gözlerini bağlayarak tüm elbiselerini, paralarını ve ayakkabılarını alırlar, üstüne hork çuvalı (şal türü dokunmuş telden eski bir elbise), ayağına ise yırtık bir Çarığ giydirirler. Eşkıyalardan birisi Tahir inde elbiselerini almaya calışır fakat Tahir ağlayıp bağırınca, eşkıyalardan biri çocuğun elbiselerini almayın der ve Tahire dokunmazlar.

Baba Hüseyin her şeyini Eşkıya’ya kaptırıp perişan bir halde baba ocağına geri döner.

Köye yerleşen baba bir müddet sonra bir evlilik yapar.

Rusya nın iyice karışmasından sonra babası Hüseyin, annesi Nurka yı geri getirmeye ikna edebilirim diye Rusya ya geri döner ve oğlu Tahir’i üvey anneye bırakır.

Fakirliğin diz boyu olduğu, evin üstünde harduma, pencerelerinde camın bile olmadığı bir ortamda, birde üvey evlat olunca üvey anne kısa bir zaman diliminde evi terk eder ve bundan sonra Garibe halası  bakmaya başlar.

Her ne kadar babasının belirli periyotlarla para göndermesine rağmen o paralar hiçbir zaman hala ve oğulun eline geçmez. Baba Hüseyin eşinin evde olduğunu zannederek eve para gönderir fakat paralar üvey anne Fatma’nın eline geçer fakat bundan baba Hüseyin’in haberi olmaz.

Garibin halk arasında Karip diye anılmaya başladığı yoksulluk devreleri işte bu süreçte başlar.

Tahir Türkiye’ ye geldiğinde yok denecek kadar az Türkçe biliyormuş. İlk olarak rus adı diye Tahir olan ismi Mustafa’ ya  çevriliyor.

Eskiye ait anılarında, Rusya da geveze olduğunu, Bisikleti ve birçok oyuncağı olduğunu ve Akordeon çaldığını söyleyen Garip için Türkiye tam bir yoksulluklar ülkesidir.

Çocuklarına içinden gelen müzik merakı olduğunu hep anlatmıştır.

Yörede tek çalınan çalgı Tulum olduğu için merakı da tuluma yönelmiştir.

   

Tekli denilen Sipsi parçasını kolayca bulmuş ama Tulumun diğer parçalarını temin etmek için gerekli parayı uzun zaman temin edememiştir. Para temini için korukçuluk ve benzeri bir çok işleri yapmış ve elde ettiği ilk paralarla hayalindeki Tulum’u için iyi kötü bir post temin etmiştir. Bir yerden de nav temin ederek yavaş yavaş kendi tulumunu yapmaya başlamıştır.

Tulumun az olduğu bir ortamda Garipteki tulum, bazı tulum çalarlarıda heveslendirmiş ve hem garibe tulum çalmayı öğretmişler hemde kendilerine tulum çalmışlardır. Bunlardan Cereh Hakkı dedeyi çocuklarına hep anlatmış Garip ve bu sayede tulum çalmayı iyice öğrenmiş.

Babası Hüseyin, Garip 14 yaşında iken rusyadan kaçarak geri dönmüş. Fakat kızını ve karısını getirememiş. Her ne kadar halası olsa da Garip 14 yaşına kadar ellerin kapısında yalnız yaşamış ve Garip lakabınıda o zaman almış.

Hayatında 1 sefer İstanbul a çalışmaya gitmiş. 3- 5 ay kaldıktan sonra geri dönmüş.

Garip 2 sefer evlenmiş ve 7 çocuğu olmuş.

İlk eşi olan Emine’den beşi sağ 12 çocuğu oluyor. Kızlarının isimleri Duriye Taşer KAMBER (merhum), Şükriye Taşer OKUMUŞOĞLUNigar Taşer ONAL, Kazime Taşer ÇAĞLAYANKamer Taşer GÜLAS

İkinci eşi Şaziye’den ise, ikisi sağ 4 çocuğu oluyor. Zeliha Taşer KESİMAL ve tek oğlu Varol Taşer.

Son çocuğunun doğumundan 5 ay sonra eşi Şaziye’ de vefat ediyor.

TRT de ilk olarak 1946 yılında tulum çalmış ve TRT de ilk Tulum çalan kişi olmuş Garip, hem de  canlı yayında, 5 havayı 25 dakika da çalmış ve 25 TL ödemişler.

Oğlu Varol Taşer…

Tulum bir merak konusu. Biz gözlerimizi tulumla açtık. Babadan parmağa baka baka tulumu öğrendik. Çünkü her ezgi nin havası ve parmak vurması ayrı. Her havanında türküsü ayrı. Babamın çok düzgün bir el yapısı vardı. Akord bozuk olsa bile şimdi bizim aletlerle ölçüm yaptığımız akordu o değişik şekilde el vurmayla düzeltiyordu.

Babam bana parmak vurmalarını göstermişti. Eskiden tulumda nota yoktu. Şimdi notalı çalıyorlar. Her perdenin bir notası var.

Biz eskiden horona girmek için bile çok zorlanırdık. Biz bir taraftan oyuna girerdik öbür taraftan bizi kapı dışarı ederlerdi.

Okula giderken Tulum çalıyordum. Önce Sipsi ile başladım, epeyce sipsi ile çaldım. Daha sonra babam cumaya giderken tulumunu yanına almazdı ve bana gün doğardı. Oturur çalışırdım. Fakat anlardı tulumu kurcaladığımı.

Tulum 6 ila 8 aylık oğlaktan yapılıyor. Daha büyük oldu mu kol altına sığdıramıyoruz. Sonra kesmeden deriyi soymamız gerekiyor. Eskiden herkes kendi tulumunu kendi yaparmış.





Ben babama çaktırmadan sağda solda tulum çalıyordum. 1 sene gurbetçilikten sonra yaylaya Vartevora giderken babamın tulumlarından bir tanesini yanıma aldım. Yol boyunca çalarak gittim fakat acemiydim. O sene yaylanın tulumcusunun kaçmış olduğu haberini aldım ve yaylaya gelmeden tulumu katladım ve eve gittim. Tulum çalmasını biliyordum fakat ancak bir iki türkü çalabiliyorum. Yaşımda 16 veya 17 idi.

Akşam üzeri yaylada kahveye gittim.

Kneş mevlüt amca vardı yaylanın büyüklerinden.

Beni yanına çağırdı ve;

  • Tulumun var mı !…. dedi.
  • Var
  • O zaman Tulumcu sensin
  • Amca ben tulumdan anlamam
  • Tulumcu yok bu işi de senden başkası götüremez. Sen Garibin oğlusun.

Gerçi sadece türkü söyleseler tulumu becereceğim fakat hiç horon havası çalmamıştım.

Biraz naz etmeye çalıştım ama sopa yemekte var işin diğer tarafında. Mecburen kabul etmiş gözüktüm. Akşam tulumu kendisi şişirdi. Tulumu bana vermek için gözleriyle beni arıyordu fakat bende gözükmemek için gizleniyordum. Gördü beni yanına çağırdı ve tulumu bana verdi. Kendisi iyide horon vururdu. Rahat çalabileyim diye hem ağzıyla kaide yapıyordu hem de horon vuruyordu.

Bende ona uydum.

Biraz çaldım, bana Tulum vur da para topla demeğe başladılar.

Nereye tulum vurayım. Çalmayı bilmiyorum ki tulum vurayım. Bende vuramadım. Fakat her gelen 100 lira koymaya başladı tuluma. Ben o zaman Ankara da ayda 300 lira maaşla çalışıyordum, Çalıştıklarımdan biriktirdiğim 3.500 lira ile köye gelmiştim ve sadece o gün 3.700 lira para almıştım. Gerçi teşvik etmek için de bolca para veriyorlardı.

Yayla dönüşü 7.000 lira ile köye döndüm. Ben bundan sonra gurbetteki işi bıraktım.

Babam önce paranın kaynağını sordu fakat baktı ki para tulumdan geliyor sonra beni serbest bıraktı.

Tulumcuları maalesef o zaman biraz seviye olarak aşağı görürlerdi. Bu sebeple babam beni hiçbir zaman tulum çal diye yönlendirmedi. Bu iş iyi bir iş değildir dedi. Meslek öğren dedi. Bu yüzden Ankara da aşçılık yapıyordum. Fakat Tulum bana daha kolay ve kazançlı geldi.

Babam sonra baktı ki ben bu işi yapacağım, bana bütün havaları öğretmeye başladı. Bazen ben çalardım ve babam O hava öyle çalınmaz diye elimden tulumu alırdı. Kendi çalarak bana kaidesini gösterirdi ve tulumu bana geri verirdi.

Eskiden tulumun günah olduğu söylenirdi. Bu sebeple babam cumaları asla tulum çalmaz ve evde tulum çaldırmazdı. Çık dışarı da çal derdi.

Bazen de çalıyordum çalıyordum olmuyordu, o zaman bana senin parmakların tuluma uymuyor derdi.

Tulumun kendisi çok rahat bir şekilde kol altına girebilmeli. Tulum çünkü bir körük vazifesi görmektedir. Kişi için büyük veya küçük olsa rahatsız eder. Bu yüzden ben saatlerce rahatlıkla tulum çalabilirim. Birde özellikle yeni başlayanlar için tulumun akordunun iyi olması gerekiyor. Çünkü yeni başlayan kişiler kendileri akord edemezler.

Babamın tulum çaldığı devirlerdeki çalma çeşitleri çok farklıydı. Her ne kadar bana çok iyi çaldığımı söyleseler de ben babamın tuluma giriş havasını hala çalamam.

Şimdikilere lafta söylenmiyor. Laf deyince küsüp gidiyorlar.

7 – 8 kişi Tulum alacaklardı. Geldiler, hepsine tulumumu verdim ve biraz çaldırdım. Acemi olmalarına rağmen hepsini tek tek izledim. Sonra ben yarım saat kadar tulum çaldım. Fakat dikkat ettim ki kimse parmaklarıma bakmıyor. Halbuki tulum parmaklarda bitiyor. Çocuklara dedim ki - Çocuklar siz hiç biriniz tuluma heveslenip para vermeyin. Niye diye sordular. Şu kadar zamandır tulum çalıyorum hiç biriniz parmaklarımı nasıl vurduğumu izlemediniz. Nasıl öğreneceksiniz dedim. Çok heves ettiler ve tulumlarını bitirip teslim ettim. Aradan yıllar geçmesine rağmen o zaman tulum alıp çalmaya başlayanlar halen tulum çalmayı tam olarak becerememişlerdir.

Bizim eksik çaldığımız kaideler rüyamıza bile girmiştir ve gece yataktan kalkıp eksik olan yeri tamamlayıp öyle uyumuşuzdur.

Kızkardeşi Kamer Taşer GÜLAS

Ben babamın tulumunu çok severdim ve şimdi burada bu gençleri de görüyorum fakat babamın havası hiç birisinde yok. Onun zamanında tabiî ki bizde gençtik. O çalar biz oynardık. O zamanlar ayıp olmasa belki de kızlardan bile bir tulumcu çıkabilirdi.

Bizlerde köyde çalışırdık. Sığır besler, tarla eker her şeyi yapardık fakat o bizleri kimseye muhtaç etmeden geçindirdi.

Allah razı olsun babam bazı kişilerin büyük desteğini gördü. Onlar her zaman onu hem kolladılar hem de doyurdular. Çoluk çocuk kalabalığız diye bizlere eşyalarda dahil her şeyi gönderirlerdi. Eskiden herkes herkesi kollar ve ihtiyacını giderirdi.

Bazen kapı üstünde bir not görürdük ve şöyle yazardı. “Karip yarın kayabaşındayız öğlene gel”

Eskiden tulumun günah olduğu söylenirdi. Bu sebeple babam cumaları asla tulum çalmazdı, hatta düğünlerde, tulum çalmadan geldikten sonra banyo yapıp namaz kılmadan ne oturur nede yemek yerdi.

Tuluma o zamanlar böyle bakılmasaydı, o kadar kız içinden belki bir tulumcu çıkabilirdi.

Torun Behçet Gülas;

Ben dedemi Aşık Veysel benzetirim. Çünkü birisi çalarken görmüyor diğeri ise (dedem) çalarken duymuyor ve her ikisi de imkansızlıklar içerisinde enstrümanını ustalıkla kullanıyorlarmış. Dedem çocuk yaşta geçirdiği ağır kabakulak hastalığı sonucu ileri derecede sağır olmuş.

Ben dedemle bire bir karşılıklı çalma imkanı bulamadım.

Dayımla da köylerimiz birbirine yakın değil. Dolayısıyla onunla da çok çalışma imkanı bulamadım. Fakat gene de dayım her zaman tulum konusunda yanımızda oldu. Özelliklede teknik olarak kendisinden çok faydalandım.

Dedemin hiçbir zaman akortlu bir tulumu olmadığını söylerler. O zamanki tulumların perdelerinde muhakkak bozukluk olurmuş. Parmaklarını o kadar güzel ve kuvvetli kullanırmış ki perdedeki bozukluk anlaşılmazmış. Şimdiki tulumlar o zamanlar bunların elinde olsaymış neler yapabileceklerini düşünmek bile zor.  Tabi ki en önemli değişiklik onların tulumlarında Sibop yokmuş. Yani tulumu havayla şişirdiğiniz zaman ağzınızı çektiğiniz anda tulumdan hava geri kaçarmış. Bu sebeple ağızlarını dinlendirmeleri mümkün olmazmış. Sibop işini Çukitadan rahmetli Mustafa Tezcan çıkarmış ve millet ağzını dinlendirebilmiş.

Tabi unutulmaması gereken bir konu daha var. Gerçi şükür ki ben hiç rastlamadım ama zamanında tulum çalsın diye çağırtıp, hem çaldırıp ya tulumlarını şişlerlermiş veya döverlermiş. Dedem az sopa yememiş. Gerçi bu sadece dedemle ilgili değil o zamanın tüm tulumcuları için geçerliymiş. Niye dövdüklerini veya niye zarar verdiklerini bu gün bile hala anlamam.

Torun: Tahir Taşer

 Ben dedemi duyamadım. Öğrendiklerimi babamdan öğrendim. Tulumun yozlaşmaması için öncelikle gençlerin güncel parçalardan ziyade eski orijinal parçalara yönlenmeleri lazım. Aslını öğrenmeden taklitlerine gidiyorlar. Buda kaideleri bozuyor. En azından eskiden horonda tulum çalınırken Rize çalıyorsa arkasından muhakkak yalı çalarlardı ki millet süratli oyundan sonra dinlenip terini kurutabilsin. Böylelikle saatlerce horon oynanabilirdi. Şimdi bu kuralları bilen fazla kişi yok.

Tulumcu horoncuyu takip etmeli. Horoncunun komutuna göre tulumunu çalmalı. Şimdi tulumcu çalıyor millet oynuyor.

 

Kaynak: Çamlıhemşin Dergisi 5. sayı Sayfa; 106

Önceki HAYAT HİKAYEM
Sonraki SONBAHAR ÇEKİMLERİ